Salı, Temmuz 14

Salut!

Bu bloga ilk yazdığım şey elveda'ydı. Farkında olarak ya da olmayarak bir ayrılık sözüyle başlangıç yapmışım. O yüzden kapanışta da selam demeli.
Ayrılık üzerine söylenebilecekler ya da benim söyleyebileceklerim tükendi denemez elbette. Yine de ta ne zaman M.'nin dediği gibi, bi an bi bakıyorsun içinden bu konuda konuşmak gelmiyor, sözcüklerin tükeniyor. İşin aslı, ilerliyorsun.
Gerçekten de her şeyin bir ömrü var. Zamanında ayrılık ne kadar sürer? diye sorduğumda önümde upuzun bi tünel uzanıyordu sanki, şimdi artık kafamı dışarı uzatmış gibiyim. İşte o yüzden merhaba!
Fransızların coşkusuna katılabilirim bugün. Bastille ele geçti, devr-i sabık kapandı, yaşasın devrim!

Salut la liberté!

Pazartesi, Temmuz 13

Sadık okurlar(ım)

İlk başladığım andan itibaren buraya yazdıklarım başkalarına da bi şeyler ifade etsin, iç diyaloglara hapsolmuş bir ağlama duvarı hissi vermesin istedim. Gerçi tüm hassasiyetleri göz önünde tutarak uzun zaman ketum davrandım ve sadece sınırlı bir kitle bu blogu okudu. Ama süper okudular! İşte bu az ama öz kitleyi sahneye davet etmem lazım bu kapanış anında...
Biliyorum ki bi sürü insan dünya kadar işleri, hayat gaileleri arasında yazdıklarımı günbegün takip etti. Ne düşündüklerini bazen söylediler (hatta yorum yazdılar), bazen söylemediler, ama okuduklarını hep hissettirdiler. Oradaydılar. Yazdıkça iyi hissettiğimi bildiğim halde bazen üşenip blogu boşladığımda hep bu sadık okurların teşvikiyle yeniden yazmaya koyuldum. Sanki yolun sonunda hep bekleyen birileri vardı. Zaten düşünüyorum, birileri okumasaydı, bu kadar uzun süre yazar mıydım, yazabilir miydim?
Hem sadece okumadılar, ilham da verdiler, bi dünya nefis fikri onlardan çaldım -- bi şey söylemek isteyen herkes gibi. Ama haklarını helal ederler diye umuyorum :)
Bu blog beni mutlu ettiyse bu salt yazdığım için değil, aynı zamanda birileri beni duyduğu içindi. Ne desem boş, hepinize minnet şükran...
[Gözyaşları, alkış, nümayiş... :) ]

Cumartesi, Temmuz 11

Karma?

Geçen gün İ. televizyon izlerken bir çift görmüş, kahve içtikleri kafenin önünde sarılıp ayrı yönlere gitmişler. Dedi ki "ne zaman ayrılan birilerini görsem aklıma geliyorsun, kötü bir eşleşme, projeyi [blogu] sonlandır sen, evrendeki ayrılık enerjisini üstüne çekiyor olabilirsin...".
Gerçi ben bu haftasonu bi çifte ev bularak, bi diğer çiftin de mutlu mesut nişan töreninde tercümanlık yaparak daha çok birleşme enerjisi yarattığımı ve azıcık da olsa parçası olduğum o öfori bulutundan nemalandığımı düşünüyordum ama özünde geminin kıyıya yanaştığı da aşikâr.
Ayrılıktan bahsetmek ya da karşıma çıkan ıvır zıvırları birer ayrılık/ilişki metaforuna dönüştürmek ne kadar negatif bi şey çok emin değilim. Yine de çalacak çok parçam da kalmadı galiba, tataam konser bitmek üzere...

Cuma, Temmuz 10

Nalburdayım, gelicem...

Geçen ziyaretine gittiğim N. evindeki aksaklıklardan, durmadan işi düştüğü ama herkes gibi onu da muhakkak sallayan, bekleten, istediği gibi iş görmeyen ustalardan söz etti. On küsür yıldır adam çağırırım şu evin derdi bi türlü bitmedi diye yakındı.
Uzun zamandır görüşmediğimiz için laf döndü dolaştı ayrılık mevzuuna geldi. Herkes gibi ona da kısa bi özet geçtim, niçin sorusuna pozitivist, net bi cevabım olmadığını ama işte bi sorunlar bulutundan söz edilebileceğini anlattım. Çok tepki vermeden dinledi, dinledi, en sonunda "işte ilişkiler de biraz evler gibidir, bi noktadan sonra durmadan tekleyen tarafları olur, hangisine yetişeceğini bilemezsin" dedi.
Gerçekten de rezervuarı yaptırsam duşakabin akıtıyo, tam onu hallediyorum televizyon bozuluyo. Bu gidişle ya şahsi bi nalbur istihdam edicem ya da otele taşınıcam galiba...

Perşembe, Temmuz 9

"Ayrılanlara birebir!" 2: En sevdiğim tek kardeşim

Küçükken insanları afallatmak için yaptığımız birkaç numara vardı. Bir tanesi başkalarına birbirimizden söz ederken "en sevdiğim kardeşim" demekti. Duyanlar önce bi durup sindirmeye çalışır, sonra da ama siz iki kardeşsiniz zaten diye gülerdi ya da espriyi hiç anlamazdı. İkinci küçük oyunumuz da siz çok benziyorsunuz diye ısrar edenleri biz aslında ikiziz diye kandırmaktı. Karşıdaki biraz alıksa laf biraz uzar, bu sefer L. "evet evet ikiziz ama ben üç küsür yıl geç doğmuşum" diye meseleyi bağlardı...
İstisnasız her zaman dünyanın en süper kardeşidir ama esas dert, gam, tasa bulutlarını dağıtmakta üstüne yoktur canım kardeşimin. Yıllar önce onun için "shiny all the time ... recharging me with the energy I desperately needed" yazmışım. Evet, gerçekten de bu. Fazla ağlak diye Sezen dinlememi engelleyip süper enerjik playlist'ler devşirerek, en bayık zamanlarımda haftasonları evime kamp kurup şenlik ateşi yakarak, Scarlet O'Hara gibi "tamam, şimdi boşver, bunu yarın düşünürsün" huzurunu ve toleransını durmadan aşılayarak, gezdirerek, güldürerek, yorgunluktan bayılana kadar gitar çalarak (ve daha neler neler) geçen aylarda umutsuzca aradığım heyecanı, umudu, enerjiyi buldu getirdi.
Onsuz olmazdı, zaten onsuz hiç olmaz.

İyi ki doğdun kardeş!

Pazartesi, Temmuz 6

O beni anladı...

Ayrılmayı zorlaştıran en temel sebeplerden biri sizi tanıdığını, gerçekten iyi anladığını hissettiğiniz birisini yitirmek galiba. Çünkü, anlaşılmak hep arzuladığımız bir şey olsa da kendimizi anlatmayı genellikle beceremiyoruz ya da iyi ihtimalle kilitleri açmak çok uzun zaman alıyor. Bir anlığına bile olsa "beni anladı" hissine kapılınca da insanın içinden gerçekten Duman'ın şarkısındaki gibi gürül gürül bağırmak geliyo...
Hiç öyle kendimi kapalı kutu filan gibi görmesem de aklıma takılmıyo değil: Beni gerçekten tanıyan kaç kişi var ki şu hayatta? Ve bunlardan vazgeçmek yeri doldurulamazlıkları ölçüsünde zor değil mi?
Ayrılırken en azından kafayı rahatlatmak için iki kaçış yolu var sanki. Ya artık beni hiç anlamıyo diye suçu karşı tarafa atacaksınız ya da değiştim ben sevgilim deyip sorumluluğu üstleneceksiniz. Sizin durumunuzu ikisi de kurtarmıyorsa derhal "kendinizi iyi anlama ve anlatma" seanslarına başlamakta fayda var...

Pazar, Temmuz 5

Durmuş bir saat

Sabah büyük ölçüde tesadüf eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü açıp ilk kırk elli sayfayı muhtemelen dördüncü kez okuyup gülmüştüm. İkinci tesadüf odadaki aile yadigârı çok sevdiğim saatin (dedem babaannemle nişanlanacağı gün büyükannemlerin evine hediye getirmiş) ona on kala durmuş olduğunu fark etmem oldu. Dün sabah ya da gece mi, yoksa bu sabah mı kestiremiyorum, çünkü bazen insanın gözünden kaçıyor işte. Her zaman tıklayan alet susmuş, yelkovanla akrep birbirini takip etmez olmuş, zaman durmuş. Ve tüm bunlar her nasılsa zamanın içindeki insan(lar)ın gözünden kaçmış...
İlişkinin bitişinin muğlaklığı üzerine daha önce yazmıştım. Bir daha aynı bahse girmeye gerek var mı bilmiyorum ama bu durmuş saat yine beni aynı yere götürdü. Bir şeyler bitiyor, duruyor, akmıyor, ve bunu ancak bi zaman sonra idrak ya da kabul ediyoruz. Muvakkit Nuri Efendi "insan saati kendine benzer icad etti," dese de ne yazık ki söz konusu insan olunca bazı şeyleri yeniden kurmak hiç mümkün olmuyor.

Cuma, Temmuz 3

"Ayrılanlara birebir!" 1: Kocaman gülüşlü bi arkadaş

Ayrılık insanın direncini kırmak, güvenini zedelemek için bi sürü yerden saldırıyor. Değişken taktikleri, ilk bakışta masum görünen askerleri var. Bunlarla başa çıkmanız gerektiğini, pozitif enerjiyi yüksek tutmak lazım geldiğini biliyorsunuz ama her zaman da kişinin öz dayanma gücü -- hazırlıkta stamina kelimesini öğrenince ne beğenmiştim onu hatırladım şimdi -- yetmiyor mücadeleyi kaldırmaya.
Bu noktada insanı şöyle sıcacık bi günaydınla karşılayan, bol ve şen kahkahalı, canım arkadaşım üzülme, süperiz biz, geçicek bu günler diyen, her gördüğünde sımsıkı sarılan, gözlerindeki parıltı hiç sönmeyen sönmeyen sönmeyen, her daim ışıl ışıl bi arkadaş lazım insana.
Ben çok şanslıydım, çünkü hayatımda K. vardı (hâlâ da var, allaam hep olsun :) Bu elbette kişisel bi ayrıcalık ve onu kimselere vermeye de niyetim yok. Ama diyeceğim o ki etrafınızda böyle biri mutlaka olmalı, yoksa işiniz çok zor, çoook...

Perşembe, Temmuz 2

But parsley comes with everything...

Sex and the City'nin bir bölümünde Carrie maydanoz sevmediği için restoranda sipariş verirken garsona alerjim var gibi birtakım yalanlar uyduruyor, bu yüzden de sevgilisiyle kavga ediyordu. Adam, ne diye bu kadar uzatıyorsun, maydanozsuz bir şey iste olsun bitsin deyince, Carrie de başlıktaki özlü sözü ediyordu...
Konu insanlar, arkadaşlıklar, ilişkiler olunca tercihlerimiz olsa da önceden sipariş şansımız yok elbette. Bu yüzden de hayatımızdaki herkesin irili ufaklı tatsız tarafları olabilir. Üstelik bir insanı tanımak epey bi mesele olduğundan bu kokular, baharatlar kendini ancak zamanla gösterecektir. Bu yüzden mesela U.m gibi yıllar sonra "ben yanlış arkadaşlara yatırım yapmışım" diye hayıflanmak vâki olabilir. Peki, kardeşin pizzadaki domatesleri ayıklaması gibi, insanları elekten geçirmek mümkün mü acaba? Ama ya böyle yapınca sevdiğimiz rayihaları da kaybedersek?
Bu açıdan sevgili olmak, önüne gelen tabakta, annemin ısrarla yinelediği gibi, bi lokma bırakmamak demek; ayrılmak da siparişi aynen geri göndermek. Ama hayat bu kadar net değil ki, hep bi şeyleri atmak, başka şeyler eklemek ister insan. Post-Fordist, post-Mc Donald's çağında müşkülpesentlik norm, customized product bekleyen çok, kimsede pek iştah yok...



Salı, Haziran 30

Table for one?

Büyük şehirlerde tek başına varolmak mümkün elbette ama bir sürü durumda yalnız olmak mesele. İlk yalnız tatilimde, Prag'da, akşam yemeğe çıkamazken bunu hissetmiştim. İnsan yalnız başına şehirde gezebilir, kahve içebilir, bir barda oturabilir, ama şöyle şaraplı filan güzel bi akşam yemeği planı yapmak için en az iki kişi olmak lazım diye düşünmüş, önünden geçtiğim afili lokantalara girememiştim.
Kardeşe danışmama rağmen tam olarak hatırlayamadığım bi filmdeki kahraman da böyle güzel bi restoranda yemek için önce tek kişilik bir masa ayırtmakta zorlanıyor, uzun ısrarlar sonucu masasına kavuşunca da menüdeki her şeyin iki kişilik porsiyonlardan oluşmasına bozuluyor, yalnızlığına lanet okuyordu.
Arkadaşlar sağolsun, insanın yaşadığı şehirde yemeğe çıkması zor değil. Benim en çok kafamı bozan şeylerden biri el kol dolu marketten dönünce basitçe zili çalamamak. Yani karman çorman çantada anahtarı bulamamak, hadi buldunuz diyelim bu sefer de kapıyı kendinize doğru çekmek için kırk dereden su getirmek. Allaam bi kapıyı açmak için bile iki kişi mi olmak lazım şu hayatta? :)

Pazartesi, Haziran 29

Kabullenişlerin normlaşması

İlk kedimiz K. (ya da G.) acayip sırnaşık, kucaktan inmeyen, sokulduğu yerde uyuyakalan dünya tatlısı bir mahluktu. Sehpaların üzerinde kırmadık ıvır zıvır bırakmaz, koltuk tepelerinde koşturur, bilgisayar başındayken klavyeye atlamadan rahat durmazdı. Çok hareketli olmasına rağmen geceleri gıkını çıkarmaz, kendi halinde takılırdı. Ufaklığın benim ilk kedim olmasının da biraz etkisi vardır muhakkak ama bütün bu yaptıklarını standart kedi davranışı diye bellemiştim bi kere.
Zavallıcığı trajik bir kaza sonucu kaybettikten bir müddet sonra kedisiz kalmak istemediğimizden E.'yi eve alınca birden dünyanın kaç bucak olduğunu gördük. Bu haylaz bir hafta durmadan ağladı, hep saklandı, kapalı kapılara posta koydu. Eski alışkanlıkla uzun zaman ikisini karşılaştırıp durduk, hatta neredeyse E.'yi geri vermeyi düşündük. Ama el mahkum, zamanla ona da alıştık, kabullendik.
Sevgililer de biraz böyle galiba, insan ayrılmış olsa da eskiye yönelik projeksiyon yapmaktan, norm belirlemekten kendini alamıyor. Zamanında alıştığı bir sürü şeyi benimsemek için zaman harcaması gerektiğini unutup, kaideyle istisnayı birbirine karıştırıyor. Ama insan varoluşu da böyle bir şey, sonsuz devinim, sonsuz adaptasyon...

Cumartesi, Haziran 27

Sevgili arkadaşlar, arkadaş sevgililer

Arkadaşlar da ayrılıyor elbette. Birçok dostluk bütünüyle tamamına ermese de ışıltısı azalıyor, irtifa kaybediyor. Yine de istisnai durumlar hariç bunlar tedrici süreçler. Farkına varmaksızın, elimizden kayıp gidiyor işte. Bu açıdan mutlak bir yitim olmayabilir söz konusu olan, sanki arkadaş gözden yitse de hâlâ uzanabileceğimiz bir yerlerde durmayı sürdürüyor.
Bir ilişki bitince daha kökten çözümlere başvurmak zorunda kalıyor insan. Mesela, sinema üzerine konuşmayı en sevdiğiniz kişi o olsa bile, bundan böyle birlikte film izleme ihtimaliniz suya düşüyor. Sevgili olmaktan çıktığınız için dostane konularda dahi iletişimi koparmak icap ediyor. (K. gibi nezaketen doğumgününü kutlarsınız belki ama karşınızdakinin ince şeyleri anlamaya istidadı muamma...). Geçmişteki romantizmin gölgesini bertaraf edemedikçe arkadaşlık kurmak olanaksızlaşıyor. Giden gidiyor, biten bitiyor.
Bunun çok basit, genelgeçer, hatta ilkel bir tespit olduğu muhakkak ama yine de düşünmeden edemiyorum, iyi anlaştığımız bir sürü şey varken birbirimize yabancı olmamız şart mı? Halbuki gençliğimizin dizisi 90210'da her şey ne kolaydı, yıllarca bütün arkadaşlar sevgili, bütün sevgililer arkadaş olup duruyordu...

Yaz geçer

Geçen gün G. "bis" yazısına istinaden separationdesperation biticek mi, bitmesiiin diye serzenişte bulununca biraz böyle bir blog yazmanın ne anlama geldiğine dair konuştuk. Bilge arkadaşım, okurken aklına Murathan Mungan'ın "yaz geçer iyi gelir sözcükler" diye başlayan meşhur kitabı Yaz Geçer'in geldiğini, çünkü bir yandan yazmanın sıkıntıyı bir ölçüde sağalttığını bir yandan da mevsimlerin akıp gittiğini söyledi.
Gerçekten de şaka maka başlayalı üç buçuk ay olmuş, 130 küsur başlık atmışım, ortalamada her gün muhakkak bir yazı yazmışım. Elime kağıdı kalemi alsam epey bir defter doldururmuşum yani -- zaten dolmakta olan sayfalardan müstesna...
Zaman geçiyor orası kesin ama yazmak gerçek anlamda neyi geçiriyor çok emin değilim. Acıyı, sıkıntıyı, yalnızlığı? Z.K.'nin hatırlattığı gibi gerçekte hissetiklerimizi sözcüklere dökerken kaybolanları düşününce sormadan edemiyor insan: hayatı yazıya geçirmek mümkün mü ki?


Cuma, Haziran 26

That rug really tied the room together

Müthiş film The Big Lebowski'nin en tekrar eden repliklerinden biri buydu herhalde. Mafyozo adamlar Dude'un evine girip epey hasar yaratıyorlardı da o en çok halısına işemiş olmaları yüzünden çileden çıkıyordu. Herkes alt tarafı bi halı dedikçe, o bütün odayı toplayan oydu diye bozuk plak gibi tekrar edip duruyordu.
Fotoğraftan sevgiliyi çıkardıktan sonra yeni bir hayat yaratabilmek için neler yapmalı diye düşünürken aklıma bu halı metaforu geldi. Sanki bir şeylere başlamak için, gerçekten yeni bir şeyler kurabilmek için enikonu yeni bir odaya ihtiyacı var insanın. Çünkü şimdiki durumda içinden bir karakter eksilmiş olsa da sahne de plot da nihayetinde neredeyse aynı.
Çok sevsem de kült adam Dude'la çelişmek zorundayım: odadaki halıyı kaldırmak havayı pek dağıtmıyor...

Perşembe, Haziran 25

The Flatliners

90'ların meşhur filminde beş doktor arkadaş, gözlem altında kendilerini birkaç dakikalığına öldürüp sonra yeniden hayata döndürmeyi deniyordu. Maksat tabii ki herkesin merak ettiği ölümden sonrasına dair sırra vâkıf olabilmek. Çizgiyi geçenlerin ölüyken gördükleri özünde iyi şeyler olsa da hayata döndüklerinde yakalarını bırakmayan birer kâbusa dönüşüyordu. Sanki ölmemiş de bilinçaltlarında dolaşmaya çıkmışlar gibi herkesin karabasanı kendi benliğine ve geçmişine dairdi...
Ayrılıktan sonra hayat var mı diye soran ya da endişeye düşen bir sürü arkadaşımı düşünürken aklıma bu film geldi. Söz konusu olan büyük aydınlanmalar olmasa da (threshold of revelation filan değil tabii) insan bu süreçte kendine dair yeni şeyler keşfediyor. Bazı şeylerle yüzleşiyor. Dehlizleri deşiyor. Hele de her müsait zamanınızda kaleme, kağıda, klavyeye sarılırsanız epey derinlere inilebiliyor.
Hayır hayır, terapiyi bedavaya getirmek için ayrılmayın sevgilinizden, gidin paşa paşa koltuğa uzanın, daha kısa ve acısız...

Çarşamba, Haziran 24

Herkes ayrılıyor!

Hazırlık'tan arkadaşım H. durup durup heyecanlı ellerini sallayarak ve samimi bir telaş duygusuyla hepimiz ölüceeez diye bağırırdı. Bu sahneyle ilk karşılaştığımızda durumu anlayamayan biz, H.'nin mütebessim ifadesiyle mesajın muzipliğini birleştirince bu şakaya çok güler olmuştuk.
Dün öğrendiğim bir ayrılık haberi bana bu sahneyi hatırlattı. Kendimi bir sürü çiftin olduğu kocaman bir salonun ortasında hepiniz ayrılıcaksınıııız diye felâket tellâllığı yapar gibi düşündüm. Evet, benim ayrılık hikayem de bir sürü insanda çok ciddi şaşkınlık yarattı ama bu söz konusu çift ağzı açık kalma çıtasını epey yükseltmeye aday. Çok iyi hatırlıyorum, aylar önce onları düşünüp "hayat onlar için ne kadar doğal ve kolay akıyor, ne mutlu!" diye düşünmüştüm. Şimdi şu olana bakın?
Ortada bir salgın mı var? Söz konusu virüs nasıl ve kimlere bulaşıyor? Aşısı, tedavisi var mıdır? Yoksa bu bir çeşit kaçınılmaz son, ecel midir? Eğer öyleyse ömrü uzatmanın yolu var mıdır, nedir? Bilmiyorum.
Ama blogun adını değiştirmeliyim belki de: evet, biz ayrılabiliriz, siz ayrılabilirsiniz, onlar ayrılabilir!

Pazartesi, Haziran 22

Protège-Moi

Bir kış gecesi biri henüz, biri bir zaman önce sevgilisinden ayrılmış K. ve R.'yle yürürken, R. sanırım biraz da içkinin etkisiyle ilişkileri koruyacak üst mercilere ihtiyaç olduğunu savunmaya başladı. "Evlilik mecburi olmalı, işin içine aileler, devlet, kurumlar vs. girmeli, terk edip gitmek o kadar kolay olmamalı," dedi. Ben bunun çok komik bir fikir olduğunu düşündüğüm için kahkahalara boğuldum ama R. ısrarında devam etti: "herkes bi bahaneyle sevgilisinden ayrılıp duruyor, peki ayrılmak istemeyen tarafı kim koruyacak?"
N. de şimdiye kadar onlarca defa ayrılıp barışan arkadaşlarımız M. ve R. hakkında, aslında bunları evlendirmek lazım, o zaman zırt pırt ayrılamazlar, daha itidalli davranırlar demişti. Yani görünüşe göre bir sürü insan bana salt zırva görünen safety net'lerin işlevselliğine inanıyor.
Peki ama ilişkinin selameti için dışsal faktörlere güvenmek, bel bağlamak ve üstüne üstlük bunun böyle olduğunun bal gibi farkında olmak her şeyin zaten çoktan bittiğini itiraf etmek değil mi?

Pazar, Haziran 21

Teneffüs?

Biz dahil herkes sonsuza dek birlikte olacağımızı düşünürken, münasebetsiz bir arkadaş, birkaç görüşmemizde üstüste, muhakkak şaka olsun diye, bana dönüp "kapattın gül gibi Ş.'yi" demişti. Gülüp geçmiştik elbette ama trajikomik bir şekilde ayrılık aramızda ete kemiğe bürünmüş bir mevzuya dönüştüğünde, içimiz parçalanarak bu kafes metaforuna başvurmamız gerekti.
Ayrılık sonrası dönemi tarif etmek için pek de sevimli olmayan çeşitli benzetmelere başvurdum şimdiye kadar, ama bu hikâyeyi hatırlayınca belki iyimser bir yakıştırma da yapılabilir diye düşünüyorum. Belki de bu bi teneffüs.
Küçükken tembel çalışkan, okulu seven sevmeyen hemen herkesin zil sesini duyar duymaz derhal bahçeye doğru koştuğunu hatırlasanıza! Neticede derin bir nefes alıp ciğerleri temiz havayla doldurmaya hepimizin ihtiyacı var...

Cumartesi, Haziran 20

Le temps passait, le temps filait

[Paris'in 18 arrondissement'ına istinaden eşit sayıda kısa filmden oluşan Paris, je t'aime'in Faubourg Saint-Denis kısmı (Tom Tykwer) bir aşkın başlangıcını ve sonra zamanın neredeyse dairesel bir düzlemde akışını umuda ve umutsuzluğa aynı anda göz kırparak anlatıyor.
Zaman geçiyor, gerçekten de mutlu zamanlar da mutsuz zamanlar da elimizde olmaksızın geçiyor. Passé déjà!
(Nedense İspanyolca altyazılı ama izlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=neZaHrPOYP0)]

...je t’ai montré notre quartier, mes bars, mon école, je t’ai présenté à mes amis, à mes parents. j’ai écouté les textes que tu répétais, tes chants, tes espoirs, tes désirs, ta musique, tu écoutais la mienne, mon italien, mon allemand, mes bribes de russe. je t’ai donné un walkman, tu m’as offert un oreiller.
et un jour, tu m’as embrassé.
le temps passait, le temps filait, et tout paraissait si facile, si simple, libre, si nouveau et si unique.
on allait au cinéma, on allait danser, faire des courses, on riais, tu pleurais, on nageait, on fumait. on se rasait. de temps à autre tu criais sans aucunes raisons ou avec raisons parfois, oui avec raisons parfois.
je t’accompagnais au conservatoire, je révisais mes examens, j’écoutais tes exercices de chants, tes espoirs, tes désirs, ta musique, tu écoutais la mienne.
nous étions proche, si proche, toujours plus proche.
nous allions au cinéma, nous allions nager, riions ensemble, tu criais avec une raison parfois et parfois sans.
le temps passait, le temps filait.
je t’accompagnais au conservatoire, je révisais mes examens, tu m’écoutais parler italien, allemand, russe, français, je révisais mes examens, tu criais, parfois avec raisons, le temps passait, sans raisons, tu criais sans raisons, je révisais mes examens, mes examens, mes examens, mes examens, le temps passait, tu criais, tu criais, tu criais...

Bis

90'ların meşhur rock/metal grupları birbiri ardına şehre geldiği sıralarda, L.K.'yle dişimizden tırnağımızdan artırıp o zamanlar stadyumda yapılan bu konserlerin çoğuna gitmiştik. Kardeşle de geç 90'lar ve temelde 2000'lerde park orman, cemil topuzlu, kuruçeşme gibi yerlerde sayısız rock, alternative, grunge, caz konseri dinlemişizdir. Yıllardır hayran olunan bu insanları canlı canlı dinlemek elbette bir hiç bitmesiiin hissi uyandırırdı. Eh, kaçınılmaz olarak konser bitince de tek umudumuz bis olurdu. Deli gibi alkışlar, bağırır çağırır, yine sahneye gelsinler de 2-3 şarkı daha söylesinler diye umud ederdik. 3'ten çok şarkı söyleyenlere büyük saygı duyardık, hele de 2. bise gelenler bizim için acayip müstesna insanlar olurlardı...
Ayrılık defterinin kolay kolay dürülememesi, etraftaki arkadaşlar, aile, eş dost, hatta bazen ayrılanların kendisinin bir şans daha beklentisi içinde olması aklıma bu bis metaforunu getirdi. Ama bunun çözüm olmadığı o kadar açık ki: bis uzun olsun kısa olsun konser yine bitmiyor mu, her şey hep bitmiyor mu?
(blog'un akıbeti konusunda da manidar bir yazı olduğunu not düşelim...)

Salı, Haziran 16

Hayatta başka şeyler de var elbette

Şehirde olmayan ya da sık görüşmeyi beceremediğimiz bazı dostlar muhtemelen "hayatımı" sadece blogdan takip ediyor. Dün A. neler yapmakta olduğumu, nasıl olduğumu özetleyen uzunca mail'imi okuyunca sevinmiş, "blogunu okumak daha farklı bir izlenim veriyor, sanki sürekli onu ve yaşananları düşünüyormuşsun gibi" demiş. Daha önce de N. yazdıklarımı okuduğunda ben senin bu kadar duygusal bir tarafın olduğunu bilmezdim, şaşırdım demişti.

Ben de birkaç zamandır düşünüyorum, yazdıklarım bana dair, şu anki hayatıma dair ne kadar şey söylüyor diye. Evet, elbette hep düşündüğüm şeyleri yazıyorum ama bir yandan da bir keşif benimkisi. Hayatımın bu noktasından, belli bir perspektiften gördüğüm manzara. Ne kadarı gerçek, ne kadarı değil hiç bilmiyorum. (Zaten gerçek nedir?)

Yazdıklarımı okuyanlar benim birebir o kişi olduğumu zannedip çok kesin, fazla kesin bir karakter fikrine mi sahip oluyor diye merak ediyorum, belki endişeleniyorum. Çünkü bu benim içimi döktüğüm günlük değil, günah çıkarma odası değil. Daha genel manada ayrılık duygusunu anlama denemesi (üstelik sadece benimkine de değil). Anonimleşmeye çalışan bir şey. Hatta Z.'ye linki ilk yolladığımda okumuş ama yazarın ben olduğumu anlamamış!

Ama yabancılaşma efektini de abartmamak lazım. Sevdiği yazarlarla, şarkılarla, tekrarlayıp durduğu teraneleriyle bu benim işte. Hem de değilim. Yani bütünüyle değil. A fragment of me.

Zaten insana ve hayata dair her şey biraz öyle değil mi? A fragment. Ne kadar büyük ne kadar küçük bilinmez ama hayatımızın aktığı her saniyede hayata dair sadece çok küçük bir parçacık görebiliyoruz. Bu blogun bana dair söylediği de fazlası değil: un morceau.

Pazartesi, Haziran 15

Life as a Cocktail Party

Başka vesilelerle de yazdığım gibi ayrılık insanın oturmuş hayatını ayaklandırıyor. Eşyalar, fikirler, kararlar, planlar, bir açıdan hayatın kendisi havada uçuşup duruyor. Neticede yerleşik düzeni yıkmaktan bahsediyoruz, başka türlüsünün olmasını beklemek belki de safdillik olur. Bunun denge bozucu, yorucu bir tarafı var elbette. Bir anda kendi hayatında misafir olmak, her şeye dışarıdan bakmak, içine nüfuz edememek gibi.
Sanki kendimi yalnız gittiğim bir kokteyl ortamında bulmuşum, büyücek bir salonda oradan oraya gidiyorum, az çok tanıdık var mı diye etrafı kolaçan ediyorum, fazla tanımadığım insanlarla ufak tefek sohbetler yapıyorum, topuklu pabuçlarla avare avare dolanıp duruyorum. Yabancılaştırıcı elbette ama bu ortamın ruh halime ve mideme de uyduğunu hissediyorum bir yandan. Birkaç içki içeyim, kanepe tepsilerinden üstünde kürdan olan hafif şeyler yiyeyim, kimse de masaya buyrun demesin...

Cumartesi, Haziran 13

İradeyi askıya almak?

Bir zamandır dilime dolanan bir edilgenlik lafıdır gidiyor. Hayat karmaşıklaştığı için mi bilmiyorum sanki kriz anlarında bir şekilde fail olmayı reddetmek, akışına bırakmak, olan bitene eyvallah demek daha kolay geliyor. Kontrolü kaybetmenin hafifliği belki...
Akıllı uslu, işinde gücünde, uçlarda pek dolaşmamış, hatta bazen düz biri olduğumu düşündüğüm için irade kaybı anlamına gelen böyle bir durum insanı afallatıyor. İronik ama acaba bu da bir çeşit özgürlük olabilir mi? Ooof sen geç direksiyona demenin özgürlüğü, karar merci olmamanın kolaylığı.
Acayip, zamanında N. hiçbir karar almam gerekmeseydi çok daha mutlu olurdum demişti de saatlerce onunla tartışmıştım sen diktatörlük peşinde misin diye. Şimdi birden hem her şey olur gibi geliyor hem de hiçbir şey olmaz gibi. Garip bir vazgeçiş sarkacı.
E, o zaman beraber dinleyelim: "Confusion in her eyes that says it all..."

La Notte

Birkaç zaman önce sevgiliye vaktiyle yazılanların unutulmasından ve bunca zaman sonra okunduğunda yarattığı şaşkınlıktan bahsettiğimde K. hararetle La Notte'yi izlemelisin demişti, inanılmaz bir final sahnesi var. O söylerse izlememek mümkün mü?
Film "aşkları bitmiş" bir çiftin ayrılma noktasına geldikleri son gün ve geceyi anlatıyor. Bütün o gerginliği, buhranı, ipleri geren sessizliği, her an birinin ağzından tatsız bir şey çıkacağı beklentisini anlatışı muhteşem.
Upuzun ve çeşitli yolculukları içeren yirmi dört saatten sonra kadın adama, artık onu sevemediğini ve bunun içini parçaladığını, adeta ölmek istediğini itiraf ediyor. Adam kabullenmek istemiyor, eğer bu seni bu kadar üzüyorsa beni hâlâ seviyorsundur inancıyla. Kadın söz konusu olanın tamamen acıma duygusundan kaynaklandığını ve aslında adamın da onu artık sevmediğini söylüyor. Adam itiraz edeken, kadın kendine hitaben yazılmış aşk dolu bir mektubu okuyor. Adam bir parça kıskançlıkla dinleyip bitince kim yazmış bunu diye soruyor. 'Sen' diyor kadın, yazdıklarına ve hissettiklerine yabancılaştığın kadar sevmiyorsun beni...
Olağanüstü! Bir dünya şeyin yanısıra nokta atışı tavsiyeden dolayı da K.'ye minnet...

Cuma, Haziran 12

Zayıflığın Tahakkümü

Bu tabii ki en sevdiğim yazardan alınma bir fikir ama tekrarlamakta beis görmüyorum, gereken referans gereken yerde verildi zaten. Her ne kadar kırılgan ve hassas görünseler de bazen zayıf dediğimiz insanların da anlaşılmaz, garip bir iktidarı oluyor -- hem de tam da güçlü denilenlerin karşısında. Bir açıdan zaafiyet ölçüsünde tedbirli, ölçülü, endşeli oluyoruz. Neticede aslında zayıfın karşısında eziliyoruz.
Ayrılıktan beri bir sürü insana aman ya benim derdim bana yeter, bana dokunma zaten mızmızımlığım üzerimde, ya da pansuman kapasitem ancak kendime yetiyor derken birden kendimi bu söylemin içinde buldum galiba. Üzülmüş, ezilmiş, düşmüş hissederken garip de bir nobranlık geliyor belki de insanın üzerine. Zaten sıfırın altındayım kimseleri alttan alamam gibi. Ne olacaksa olsun demek gibi. Ööööfff' diye kesip atmak gibi. Kötü bi şey gibi?...

Çarşamba, Haziran 10

Masumiyet Kaybı

Ortaokul lise zamanlarında meşhur klasikleri okurken hep o neredeyse uhrevi aşklara şaşardım. Zaten herkes de böylesi ancak romanlarda olur der dururdu. Zamanın ruhu belli ki aşkın anlamını, algısını, duygusunu değiştiriyor. Ama dönüşüm sadece yüzyıllarla, çağlarla, dünyalarla ilgili değil. Kendi kişisel tarihimizde de böyle kırılmalar var belki de.
Bir zamandır Avrupa'da yaşayan T.N. insanların sevme biçimlerinden yakınmış ve kendi gerçekliğine yabancılığı oranında mutsuz olduğunu anlatmıştı. Yine de kaçınılmaz olarak kendi de değişmiş, zamanında E.'yi sevdiği gibi kimseleri sevemez olmuştu. R. de yıllar önce lisede yaşadığı aşkın ve aşk acısının yegâneliğinden söz etmişti. Tüm hikaye canını hâlâ biraz acıtsa da en azından ben bunu bir kez de olsa yaşadım iyimserliğiyle.
Acaba her ayrılıktan, her yıldan, her yaştan sonra kaybettiğimiz biraz da aşka dair masumiyetimiz mi? Çocuk yaşta birbirini sevmiş ve sevmeye devam edenlere kıyasla tahammülümüz çok daha az, derimiz çok daha kalın olabilir mi? Yoksa hâlâ birileri aşk mektubu yazıyor mu?...

Salı, Haziran 9

Rules of Attraction

N.R.'nin eski sevgililere dair çok matrak ve akıl çelici bir teorisi var: Eski sevgilinle yıllar sonra bile bir araya gelirsen merhaba demek için resmice elini sıkamazsın. Hatırı sayılır bir süre sarıldığın, öpüştüğün kişiye böyle bir mesafeden bakmak, yaklaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla eski sevgiliyle öpüşmek mübahtır ! (Yoksa gerekir mi demeli :)
Elbette akla yatkın bir tarafı var bu fikrin. Gerçekten de ortada nefretler, krizler yoksa tabii ki yaredir sinede eski sevgili ! Ama yıllar geçtikçe, gerimizde bıraktığımız hayat dilimi göz önünde tutulunca teklifin absürdlüğü daha belirgin oluyor. Nitekim geçen gece söz konusu tezi kamusallaştırdığımızda, peki tüm bu eski sevgilileri düğününe davet edersen ne olacak gibi hin bir soru geldi. :)
Düğün sezonunun açıldığı bugünlerde evlenmeyi düşünenlere duyurulur: eski sevgililerinizi davetli listesinden derhal çıkarın ! (Dört Nikah Bir Cenaze'yi de mi izlemediniz? :)

Pazartesi, Haziran 8

Gitme hissi

Cumartesi'den beri müteaddid kereler kardeşin şahane filmini izledim. İnsanın içine bir kere düştü mü hiç çıkmayan bir şehri terk etme kıpırtısıyla ilgili film. Kendini yollara vurmayı enikonu seven ama bir müddet sonra da muhakkak eve, şehre, hayatlarına geri dönen gezginlere dair.
Bu açıdan bakınca gitmek ve avdet hep yanyana. Zira, hep yolda olmak, yolu hayat saymak herkesin harcı değil. Sabina gibi hayatını tüm fikirlere, insanlara, şehirlere, aşklara ihanet etmek, yani bunların tümünü terk etmek üzerine kuran olmak zor...
Hem ayrılmayı zorlaştıran hem de hasarın boyutunu anlamayı engelleyen de biraz bu döngü galiba. Ayrılık zor çünkü kimse dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmayı kolay kolay göze alamıyor; ayrılanlar da birini ötekinden namütenahi uzaklaştıran yolun bitmeyeceğini kabul edemiyorlar. Ama filmde N.K.'nin dediği gibi hiçbir yere dönmeksizin yolda olmanın kendisi de bir hayat sonuçta!

Cuma, Haziran 5

Bilinmeyenler

Biriyle birlikte olmak, arkadaş ya da sevgili, zaman içinde o kişi hakkında bir sürü şey öğrenmek demek oluyor. Evi, ailesi, son izlediği film, şu an okuduğu kitap... Mutlak bir bilme hali olmasa da bu zamanla karşınızdaki kişinin sevdiklerini, sevmediklerini, tepkilerini az çok ölçebiliyorsunuz. Zaten bu iyi tanıma hissi de insana genel bir huzur veriyor -- öngöremediğimiz tepkilerin her zaman büyük bir gerginlik uyandırması gibi.
Galiba ayrılan iki insan birden evrim geçirip başka mahluklara dönüşmese de aralarında zamanla bilinmeyenler peyda olmaya başlıyor. Bunlar yeni arkadaşlar, yeni alışkanlıklar, farklı tatil planları gibi görünürde basit şeyler üzerinden zuhur etse de bilinmezlik hissi aradaki mesafeye dair bir şeyler söylüyor.
Hani o çocukken oynadığımız, kerameti kendinden menkul oyundaki gibi uzuuun zaman "tilki tilki saatin kaç" diyerek adım adım yaklaşmışız ve şimdi gittiğimiz adımları yavaş yavaş geri alıyoruz gibi...

Perşembe, Haziran 4

Cahil cesareti

Bu hafta büyük ölçüde yeni yeni oluşan bir rutin içinde yaşadım. Kahvaltı, çalışma, yürüyüş ritüelleri az çok yerine oturdu. Dün yine yürürken bu mutat adımların, her gün geçtiğim sokaklardan bir daha geçmenin ne kadar huzur verici olduğunu düşündüm. Sonra da tereddüde düştüm: eğer rutin insanı bu kadar rahatlatıyorsa önceki aylarda çok çok yazdığım gibi neden durup durup her şeyi alt üst etmek istiyoruz? Ve eğer alışkanlıklar güzelse neden eskiye dönmek bu kadar zor geliyor?
Hayatımızda büyük çabalarla ve uzun zamanda oturttuğumuz bir dengeyi bozuyoruz ayrılarak, yenisini kurmanın zorluklarını da bilerek. Acaba niye daha kolay görüneni, statükoyu seçmiyoruz? L.N. tecrübe ettiğin ama seni bir noktada, bir an için bile olsa hayalkırıklığına uğratan bir şeye yeniden şans vermek çok zordur, öte yandan aslında nereye varacağını hiç kestiremediğin ama bir kenarda az da olsa umut beslediğin yeni bir şeye adım atmak daha kolay gelir dedi. Paradoksal ama doğru. Evet, her şey biraz cahil cesareti galiba...

Çarşamba, Haziran 3

Peki ya duman?

Birarada yaşayan iki kişinin yollarının ayrılması, kaçınılmaz olarak bir sürü gönüllü ya da gönülsüz tasfiyeyi beraberinde getiriyor. İşin bir boyutu paylaşım. Daha önce kitaplardan söz etmiştim, ama işte bir zamanlar ikimizin olan başka bir sürü şeyi -- eşyayı, çarşafı, tencereyi, fotoğrafı, çerçeveyi, zarfı, mazrufu -- İ.'nin tabiriyle misketlerimizi paylaşır gibi bir sen bir ben yaparak dağıtıyoruz.
Ondan sonra ikinci aşamada insan yalnız kalıp etrafı kolaçan ederken diğer bazı şeylerden de sırf bir an gözüne battığı ya da akıl sağlığına ağır gelen hatırasını bertaraf etmek için kurtulmak istiyor. Ivır zıvırı hibe ettiğiniz insanlar sizi pek bir cömert sanıyor ama aslında bu biraz da bitkileri budamak gibi, bir kısmını kesiyorsunuz ki kökü güçlensin...
Fakat üçüncü aşamada öyle şeyler var ki paylaşmak da atmak da mümkün değil. Onlar durdukları yerde kalıyor. Herhalde çocuğu olan insanlar için bu en göz ardı edilemez residue oluyordur. Keza birlikte herhangi bir şey üretmiş iki kişi, o mecrada beraberliklerini hep koruyacak demektir. İlla elle tutulur bir şey olması da gerekmez, ilişki esnasında öğrendiğimiz ya da alıştığımız bazı şeyleri de bünyede barındırmaya devam ediyoruz. Domatesin kabuğunu soymak, durmadan imlâ kılavuzuna bakmak, kedi sevmek gibi.
Auster yüzde yüz haklı, külü serpsek izmariti atsak da dumanın bir ağırlığı var...

Salı, Haziran 2

Özgürlük? Yalnızlık?

Kendi evimdeki ilk günü hiç unutmuyorum. Ekim başında bir Pazar günü pek de gönüllü olmayan aile, ne düşüneceğini bilemeyen sevgili, belki birkaç eş dost yardımıyla taşınmıştım işte. Hem de sevgili Mümtaz'ın mahallesine. Öğleden sonra eşyalar yerleşip herkes hadi hayırlısı deyip gittiğinde salon işlevi gören avuiçiçi kadar odada hiçbir şey yapmadan mutlu mesut oturmuş, birkaç saat sonra havayı hala aydınlık görünce ağzım kulaklarımda yürüyüşe çıkmış, dönünce de mercimek çorbası yapıp içmiştim.
Bir müddet bu hiç bilmediğim özgürlük sarhoşluğuyla geçti. Sonra yavaş yavaş özgür hayatın epey yalnız bir şey olduğu kafama dank etmeye başladı. En çok da karlı bir gün camdan bakarken. O göz kamaştırıcı beyazlık, çook hafif yağmaya devam eden kar, televizyondan kulağıma çalınan okullar tatil haberleriyle tekinsiz yerlere gidiverdim: çocukluk, kardeş, karda yuvarlanırken donumuza kadar ıslanıp annemi velveleye vermelerimiz, sobanın başında ısınmalar... Derhal o karlı günleri kendi evimde geçiremeyeceğime kani oldum.
Bilinemeyecek, tahmin edilemeyecek bir şey değil bu elbette ama özgürlük ve yalnızlığın bu kadar sırt sırta olması gözümü korkutmuştu o zaman. Kabullenmek ağır gelmişti. Özgür olmak hep geçer akçedir belki ama yalnızlık bir yere kadar (hayır ömür boyu değil!) diye düşünmüştüm, hala da düşünürüm.
Yine de bu güzel havalarda tek başıma yollarda yürürken, denize bakarak kitap okurken, akşamları oturup yazarken, yalnız ve özgürken iyi hissediyorum. Ama ara ara aynı korku basmıyor değil: kar yağarsa n'olucak?

Pazartesi, Haziran 1

Bahçemizi yeşertmek

Candide'i okuduğumda sene 95 falandı herhalde. O yaşta anlamaya ne kadar müsaittim bilmiyorum ama ilk okuyuşta büyülenmiş, ardından aynı yaz içinde 4-5 kez okumuştum.
Candide'in bütün dünyayı dolaştığı kitap gerçek anlamda bir serüvenler silsilesini anlatır. Durmadan insanın niçin yaratıldığını ve hayatın anlamını sorgulayan kahramanlar, ilginçtir cevabı Marmara kıyılarında yaşlı bir adamdan alırlar: "...[bahçemi] çocuklarımla birlikte eker biçerim; bu iş, üç büyük kötülük olan can sıkıntısını, ahlaksızlığı ve yoksulluğu bizden uzak tutar." Candide biraz düşündükten sonra bu adamın şimdiye dek gördükleri en mutlu kişi olduğuna kanaat getirir ve kitap "bahçemizi yeşertmek gerek" sözleriyle biter - yani bir anlamda yerleşmek, kök salmak, üretmek şiarıyla.
Geçen E.'ye yazarken modern hayatın dayattığı sonsuz hareketliliğin, serüvenin ne kadar gıcık olabildiği geldi aklıma. Bin kere ev, okul, iş, arkadaş, şehir değiştiriyoruz. Alıştığımız, bağlandığımız her şeyden gün geliyor kopuyoruz, köklerimizi ta en derine salamıyoruz. Aslında bu açıdan hayatımızın bütününe yayılan, durup durup tekrarlayan leitmotif birebir ayrılık! (Sevgililerimizden ayrılmışız çok mu?) Doğduğu köyde yaşlanıp ölen tipler olsaydık daha mı mutlu olurduk acaba?
Voltaire'e rağmen bu da kocaman varoluşsal sorunlarımızdan biri işte: hem rutin arıyoruz hem macera, hem köylü olmak istiyoruz hem korsan, hem Candide'e özeniyoruz hem Don Kişot'a!

Pazar, Mayıs 31

Tu te rappelles?

Ayrılık açısından unutmaya, unutabilmeye dair çok şeyler yazdım. Ama aslında tam tersinden düşününce ilişkinin kendisi de bir sürü unutuşu içeriyor. Başka bir yerde, başka bir evde, başka bir hayatı yaşarken, yalnız ya da bir başkasıyla, muhakkak bazı alışkanlıklarım vardı (her zaman vardır, herkesin vardır) ve mümkündür ki bazı şeyleri geride bırakarak, yapmayarak, unutarak yeni bir ilişkiye başladım.
Şudur, budur, şunu yapmayı da ne çok özledim gibi değil. Sadece bir şekilde, hissettirmeden silinmiş şeyler var(mış) ve yavaş yavaş insan onları yeniden hatırlıyor ve nasıl da sessizce hayatından çıkardığına şaşıyor.
Bu açıdan bakınca zaten bütün hayatımız bir şeyleri unutabilmekle ilgili gibi geliyor. İlerlemek için, yeniden başlamak için, yenilikle - ki insan hayatının kaçınılmazlarından biri bu - başa çıkabilmek için her an bir şeyleri erase etmesek de kilere kaldırmak icap ediyor. Sararırlar mı, paslanırlar mı, küflenirler mi bilinmez ama fark ediyorum ki bazılarının yeniden günışığına çıkmaya hiç itirazı yok!

Cumartesi, Mayıs 30

Dünyanın en güzel aşk/ayrılık mektubu


[Bu nefis pasajla Z.K. sayesinde tanıştım. Hayran kaldım. Hemen ertesi gün K.'ye okuyunca o da derhal şahane bu tespitinde bulundu. O zaman buyrun...]

"Bu aklımızı başımıza getirecek sevgilim. Kır eğlentimiz sona erdi; karanlık yolda engebeler var, arabadaki çocukların en ufağı ise hastalanmak üzere. En sıradan bir serserinin bile söyleyebileceği şeyi söyleyeceğim sana; cesur olmalısın. Hoş, sana destek ya da avuntu olsun diye ağzımdan çıkacak her şey biraz 'muhallebimsi' olacak ya, sen anlarsın ne demek istediğimi. Sen ne demek istediğimi hep anladın. Seninle yaşam güzeldi; hem güzel derken kumrular, zambaklar geliyor aklıma, kadifeler; o ortadaki yumuşacık pembe 'd', sonra dilinin o uzun, duraksamalı 'e'ye doğru kıvrılarak çıkıvermesi. Birlikte sürdürdüğümüz yaşamda ses uyumu vardı; artık paylaşamayacağımıza göre ölüp gidecek olan bütün o küçük şeyleri düşündükçe sanki biz de ölüp gitmişiz gibi geliyor. Kimbilir, belki de öyledir. Bilir misin, mutluluğumuz büyüdükçe köşeleri daha bir belirsizleşti, çerçevesi eridi sanki, derken bütün bütüne kaybolup gitti. Seni sevmekten vazgeçmiş değilim; ama içimde bir şeyler öldü, sisin içinde seni göremiyorum artık... Bütün bunlar şiir... Sana yalan söylüyorum. Ödü patlamış bir korkağım ben. Lafı ağzında geveleyen şairden daha büyük korkak olamaz. Neler olup bittiğini anlamışsındır, herhalde; şu allahın cezası 'öteki kadın' klişesi var ya. Onunla o kadar mutsuzum ki - inan bana doğru bu. Sanırım işin bu yönü konusunda söylenecek başka bir şey kalmadı.
"'Aşkta' temelden yanlış bir şeyler olduğu düşüncesinden bir türlü kurtulamıyorum. Dostlar kavga eder, birbirlerinden uzaklaşırlar, yakın akrabalar da öyle, ama 'aşka' yapışıp kalan bu yürek sızısı, bu duygu yükü, bu ölümcüllük yok mu... 'Dostlukta' bu lanetlenmiş surat yoktur hiç. Neden, nedir bu aşktaki şey? Seni sevmekten vazgeçmedim ama o hayal meyal, sevgili yüzünü öpmek artık elimden gelmediği için ayrılmamız gerek, ayrılmak zorundayız. Niye böyledir bu? Bu ısrarlı kendine özgülük nedendir? Kişinin binlerce dostu olabilir ama aşk yoldaşı sadece bir tanedir. Benim söylemek istediğimin haremlerle filan ilgisi yok; dans etmekten söz ediyorum, beden eğitiminden değil. Sanır mısın ki koca bir Türk dört yüz karısından her birini benim seni sevdiğim kadar sevsin? Bilir misin, ağzımdan 'iki' sözü çıktı mı sevmeye başlamışımdır artık, ardı kesilmez bunun. Bir tek gerçek sayı vardır; bir. Ve galiba bu benzersizliğin en güzel imgesi de aşktır.
"Elveda, bahtsız sevgilim. Seni hiçbir zaman unutmayacak, senin yerini hiç kimseye vermeyeceğim. Senin tertemiz aşkım olduğuna, bu öteki tutkumun da bir ten komedisinden başka bir şey olmadığına yeminler edip seni kandırmaya çalışmak anlamsız olur. Her şey 'tendir', her şey tertemizdir. Ne var ki bir tek şu gerçek; seninle mutlu oldum, şimdi ötekiyle sürünüyorum. Yaşam böyle sürüp gidecek. Bürodaki çocuklarla şakalaşıp midem ekşiyinceye kadar öğle yemeklerinin tadını çıkaracak, romanlar okuyacak, şiir yazacağım, bir gözüm hep tahvil fiyatlarında olacak - genel olarak her zaman davrandığım gibi davranmayı sürdüreceğim. Ama sensiz mutlu olacağım anlamına gelmiyor bu... En ufak şeyler bile bana seni hatırlatacak - yastıkları kabartıp kül karıştıracağı ile konuştuğun odalarda mobilyalara bakınca takındığın hoşnutsuz yüz, birlikte bulup çıkardığımız ufak tefek ayrıntılar - sen olmadan bunlar bana diğer yarısı sende olan bir deniz kabuğu ya da bir metaliğin yarısı gibi gelecek. Elveda. Git burdan, uzaklaş. Yazma bana. Charlie ile ya da piposunu dişlerinin arasına sıkıştırmış herhangi efendiden bir adamla evlen. Şimdi unut beni, ama sonra işin acı yönü unutulduğunda yeniden hatırla. Bu kabarıklık bir gözyaşı lekesi değil. Dolmakalemim bozuldu, bu leş gibi otel odasında bir tükenmezle yazıyorum. Sıcaklık korkunç. O eşek Mortimer'ın deyimiyle 'olumlu bir sonuca' vardırmam gereken işi de kıvıramadım. Sende bir iki tane kitabım kalmış galiba - neyse önemi yok. Lütfen, bana yazma. L."(s. 118-120.)

Cuma, Mayıs 29

Vertigo

Üniversiteden geç saatte çıktığımda boğaza inerken birbirini izleyen dik yokuşlar hem nemli hem de kocaman çınar yapraklarıyla kaplı olduğu için yürümek zor gelirdi. Bir yandan insanı önüne katmak isteyen eğime yenik düşmemek için durmadan fren yapmak, bir yandan da ıslak yapraklara basıp kaymamak için yere sağlam basmak gerekirdi. Böyle akşamlardan birinde, bu ayakta kalmaya çalışma çabasından inanılmaz sıkıldığımı, düşmekten korkacağıma bir an önce düşsem de kurtulsam diye düşündüğümü hatırlıyorum. İşin ilginci bir noktadan sonra korku diye bir şey kalmamış, tam tersine düşme arzusuyla mücadele etmek gerekmişti.
Hayat çoğumuzun kapıp koyvermesine müsaade etmiyor herhalde ama her an biraz da olsa bu yerçekimine yenik düşme isteğini duymuyor muyuz? Özellikle de enikonu zayıf, korunmasız hissettiğimizde kendimizi boşluğa bırakma arzusuyla sarhoş olmaz mıyız? En iyisi bir bilene sormak: "Le vertige, c’est autre chose que la peur de tomber. C’est la voix du vide au-dessous de nous qui nous attire et nous envoûte, le désir de chute dont nous nous défendons ensuite avec effroi." (L’insoutenable légèreté de l’être, p. 79.)
Bu son derece varoluşsal durumdan kaçabilmek için her merdiven kenarına trabzan, her balkona parmaklık, her falezin önüne set koyuyoruz. İlişki de hayat ve uçurum arasındaki bu paravanlardan biri bazen, uçsuz bucaksız abyss'i ortadan kaldırmıyorsa da gözden ırak tutuyor...

Perşembe, Mayıs 28

Mutluluk

İki sene kadar önce çok üzüldüğüm, haftalarca durup durup umutsuzluğa kapıldığım bir dönem olmuştu. Her şey kapkaranlık gibiydi, sonsuz bir sıkıntı, bulantı hâkimdi. Sonra bir gün, belki bir ay sonra, kendimi çok sevdiğim bir yerde, şehrin belki de en güzel kahvesini söylemiş, keyifle sigarayı içime çeker ve defterime mutluluğuma dair şeyler yazarken buldum. Kendime gelmem çok sürmedi. Birden derin bir suçluluk duygusuyla sanki önceki hüznüme ve hayatı kaldıramaz ruh halime ihanet ettiğimi düşünüp ayakta kalmaya programlı insan varoluşundan tiksindim. Başka türlüsünün elimden gelmediğini çaresiz kabullenerek.
Şu sıralar da ayrılık sonrası sıkıntılar arasıra görünmez olabildiğinde, kendimi mutlu addettiğimde çift taraflı bir bıçak içimi acıtıyor. Hem bu kadar kolay olmamalı, gözyaşlarını bitti mi sandın diye aynada karşılaştığım gülen surata kızıyorum, otur yasını tutmaya devam et diye. Hem de bir korku duyuyorum, acaba mutlu olmak benim için o kadar büyük bir ihtiyaç da o yüzden kendime muhayyel saadetler mi kuruyorum? Neden depresyon katı gerçek gibi geliyor da mutluluk en çok uçucu, kısa ömürlü kelebekleri hatırlatıyor?





Not the Same Dreams Anymore


[Tesadüfen radyoda karşılaştığım bu şarkı inanılmaz bir birlikte yaşamak aşkı öldürüyor özeti. Dili biraz gaddarca ama dokunduğu noktalar da insanı düşündürmüyor değil. Zaten neredeyse hiçbir zaman karısıyla aynı evde yaşamayan Çehov da gözden ırak olmayı yüceltmemiş miydi? : "...she must live in Moscow while I live in the country, and I will come and see her… a wife who, like the moon, won't appear in my sky every day."]
Our honeymoon is over/ And the best days of our love/ Are dead and gone/ Instead of growing closer/ This time goes on and on/ We're getting miles apart/Though you're beside me as before/And when we kiss goodnight I find...

...That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore/ That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore

We're using the same bathroom/ Where your personal things/ Are lying close to mine/ And I know that our clothes/ Are drying on the same line/ When friends come to call/ They read our names on the door/ If they could read our minds, they'd find...

...That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore/ That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dream(s)/ Anymore

(We're) talking about problems/ But we keep our feelings deep inside/ We never say a tender word/ We couldn't even if we tried/ It's hard to realize you're the girl/ I've been waiting for'/ Cause when we kiss goodnight I find...
...That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore/ That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore

Çarşamba, Mayıs 27

Mode d'emploi

Aylardır uğultulu ayrılık ormanlarından çıkmaya çabaladığım, durmadan kaybolup, durmadan yol aradığım için olsa gerek ayrılma sürecini basitleştireceğini vaat eden çeşit çeşit teknik/teknolojik metafor kulağıma acayip güzel geliyor. O yüzden bıkmadan usanmadan bunlara tosluyorum.
İki üç gündür de bunu düşündüm: Keşke her insanın, her ilişkinin, her ayrılığın bir kullanım kılavuzu olsaydı! Kendimize uygun dilde olan versiyonu açar, okur, hatta kullanıcılara yardımcı olmak için konulmuş resimlere de dikkatlice bakarak ne yapmamız lazım geldiğini şıp diye buluverirdik. Bir sonraki adım hiç zor olmazdı!
Belki de sırf elimizde böyle değerli bir kaynak olmadığı için hem kendimizi hem başkalarını sürekli olarak üzüyoruz, ilişkilerimizi mahvediyoruz. Acaba ilk iş kendi kullanım kılavuzumu mu yazsam? :)

Salı, Mayıs 26

SeparationDesperation

[Tesadüfen bir şiir buldum internette, gerçi yazarı haiku demiş. İçinde bitişik şekilde "separationdesperation" geçiyor. Dedim yakışır bu blog'a :) ]

heart strings

Our eyes meet, my beat unsteady,

But my heart is ready.

This separationdesperation

Yanks on my strings,

P U L L S A N D P U L L S

Until we are one again,

Fill this space within

(with sin)

Butterflies rise, meeting your eyes

The deepest blue, so true.

Your hand in mine,

Our love in time

(http://www.underclassauthors.com/poetry.htm)

İyi mi oldu, çok mu yakışıyorduk?

K. anlattı. Uzun zamandır görmediği, kendisinden yaşça biraz büyük biri sevgilisinin nasıl olduğunu sormuş. O da biz ayrıldık deyince karşısındaki üzüntülü, hafif bir iç geçirmiş:Yazık olmuş, ne kadar da yakışıyordunuz! Aynı sözle karşılaşan bir sürü insan gibi K. de ister istemez eh napalım, hayat filan deyince karşısındaki bu sefer de, neyse canım iyi olmuş, genç insanlarsınız, önünüzde uzun yıllar var diye onu cesaretlendirmiş.
Böylesi ani bi tutum değişikliği karşısında insan garip bir şaşkınlık, belki samimiyetsizlik hissediyor: ikisi de doğru mu bunların, hangisini kast ediyor? Herhalde mesele aklından ilk geçeni saklayamamakla ne olursa olsun biraz destek olma çabasından kaynaklanıyor.
Aslında herkes haklı, biz bile bi an öyle bi an böyle düşünüp aylarca savrulmuşken, savruluyorken elalem ne yapsın?

Add/remove

Bir ilişki bir yandan her zaman bir serüvendir. Birbirlerine uyup uymayacakları hemen belli olmayan iki bünye, çeşit çeşit cephelerde savaşır, türlü badireler atlatır, zorluklara göğüs gerer, yaşarken meşakkatli ama sonradan anlatması pek keyifli maceraların kahramanı olur. Muhtemelen bir noktadan sonra bütün olası compatibility sorunları silikleşir, rutin rayına oturur.
Peki bunca adaptasyondan sonra ayrılınca?
Keşke ayrılmak için de "add/remove programs" komutu olsa: Önce şu şu dosyayı sisteminizden güvenli olarak kaldırın, sonra bilmem ne eklentisini de silin, bilgisayarı yeniden başlatın, ve tamam, bitti, ayrıldınız!
Ama düşünüyorum da uninstall yapılan programlar bile bilgisayarın sağına soluna bir iz bırakmış oluyor ve onları asla tamamen silmek mümkün olmuyor. Çok göze çarpmasa da derinlerde bir yerde kalakalıyor...

Pazartesi, Mayıs 25

Ayrılık kaçınılmaz mıydı?

Ayrılma ihtimâli ufukta ilk göründüğünde, L.K. inanılmaz şaşırmıştı ve siz şunları şunları konuşmasaydınız ve onların tetiklediği tahmin edemeyeceğiniz mecralara savrulmasaydınız dünyada ayrılmazdınız demişti. Z. de tam tersine, muhtemelen havada bir ayrılık bulutunun çoktan dolaşmakta olduğunu, kolay kolay cisimlendiremesek de varlığının bir yerlerden kendini hissettirdiğini, dolayısıyla farklı yollar izlense de bir şekilde aynı istikamete er ya da geç varacağımızın belli olduğunu söylemişti.
Aslında insan hayatında kaçınılmaz şeylerden bahsetmek ne kadar zor. Ayrılık hiçbir zaman imkânsız değildir, ya da en bitti sanılan, en olmayacak görünen ilişkiler aniden yön değiştirebilir. Burada esas mesele eylemlerimizin doğurduğu sonuçlarla bizi harekete geçiren niyetlerimiz arasında çoğunukla ufak ya da büyük bir uçurum olması. Yani hem edimlerimizin sonuçlarının ne olacağını bilemiyoruz, hem de yaptıklarımız bizi sık sık yanlış adrese götürüyor. O zaman, belki de bize kaçınılmaz görünen şeyler pekâlâ tesadüfi olabilir; tesadüf sandıklarımızı da bizim adımlarımız hazırlamıştır. Olamaz mı?

Sahne aynı roller başka...

İnsan ilişkilerinin her boyutu kişiye kaçınılmaz olarak belli bir rol yüklüyor, ya da insan çeşitli türlü ilişkiler içinde kendini belli bir yerden tanımlıyor, ona göre davranışlarını kontrol ediyor. Sevgililik söz konusu olduğunda, belki bir arada zaman geçirme katsayısı arttığı için bu roller muhtemelen daha da kemikleşiyor. İki kişinin birbirine nasıl davrandığı ve yine bu iki kişinin çeşitli ortamlarda bulunma, varolma biçimleri ezbere bilinen replikler gibi kendiliğinden akıp gidiyor.
Aradaki ilişkinin boyutu kökten değişince yaşanan acayipliklerden biri de kendini çok benzer ortamlarda, çok tanıdık insanların ortasında bulmak. Artık o çok çok iyi özümsediğimiz karakterlerin bildik sahnelerini sergileyemediğimizden, sanki cep ağızları dikildiği için ellerini nereye koyacağını bilemeyen gergin insanlar gibiyiz. Prova yapmış olmayı bırakın, elimizde yeni oyunun bütünlüklü bir metni bile yok! Doğaçlama yeteneğimizin sınırlarını yoklama zamanı galiba...

Cumartesi, Mayıs 23

Arşiv?

Daha önce de yazmıştım eski mektupları bulmanın ve okumanın ne kadar netameli bir hissiyat olduğunu. Sonra fark ettim ki onun yazdığı şeyleri bulmak bir şey benim yazdığım şeyleri bulmak bambaşka bir şey. Hem neden bende bunlar diye garipsiyor insan, hem de belirsiz bir geçmiş zamanda kurguladığı ben, o, biz tahayyüllerine takılıyor. Bazen çok içten hatırlanan, unutulmaz şeyler, bazen de insana ben bunu ne zaman neye istinaden yazmıştım dedirtecek kadar şeffaflaşmış birikintiler.
Z. K. dedi ki - ki süper bir saptama - peki diyelim ki sen yazdıklarını hatırlamıyorsan, o da unutmuşsa, ve üstüne yazılı olan kağıt da kaybolmuşsa nereye gidiyor bütün bunlar? Gerçekten de bir yerlerde duruyor olmaları lazım...
İlişki sonrası bir şeyleri derlemeye, toplamaya, ortalıktan kaldırmaya çalışırken düşünüyorum sanki biten ilişkilerin de bir arşivi olmalı. Ne var ne yoksa hepsini bir araya getirmeli, tasnif etmeli, saklamalı.
Artık gitmesek de görmesek de o bizim ilişkimizdi sonuçta...

Perşembe, Mayıs 21

Blackout!

İçki içmemin, sarhoş olmamın tarihi epey eskidir. Anlatılmaya değer vukuatım da hiç yoktu, yani yakın zamana kadar olmamıştı. "Biz dün kahve de mi içtik?" dedirtecek boyutta blackout deneyimlerim hayatımda ilk defa bu çözülüş dönemine denk geldi. Herhalde en çarpıcısı 1 Ocak sabahı eşe dosta aldığım hediyeleri kaybettiğimi zanneder ve sağda solda aranırken, E.'nin e sen herkese hediyesini verdin, şuna şunu şuna şunu almıştın demesi oldu. Bir sürü insan, bir sürü hediye paketi nasıl bütün bütün çıkar insanın hafızasından aklım almıyor, resmen bilinç kararması!
Hâlâ bilmiyorum, sınırlarımı görmezden gelip kantarın topuzunu mu kaçırdım, yoksa süreç boyunca bir sürü şeyi unutmaya muhtaç bir tarafım vardı da ne var ne yok şuursuzca delete'e mi bastım? İnsanın kendi hakkında, belki insanlık hakkında yaptığı büyük keşiflerden biri olsa gerek bu: Evet, unutmak gerçekten mümkün! Süreçte etken olmak, unutulacak şeyi seçmek, geride kalacak karmaşayı toparlamak nasıl mümkün olur bilinmez ama hafızayla imtihan bir ihtimal olarak karşımızda işte.
Yine de blackout durumu beni dehşete düşürüyor, bir müddet itidalle içmeli...
Boire avec modération? Mais putain c'est qui ce modération! :)

Çarşamba, Mayıs 20

Teselli Metaforları: "Korkma çocuğum, kökü sende nasılsa!"

Çocukluk kabuslarımdan biri berbere gitmekti. Aylarca nedense pek aheste uzayan saçlarım vicdansız berberin kadir bilmez ellerinin insafına kalır, oturduğum sandalyenin tepesinden aşağı tutam tutam saçlar dökülürken ben dolu gözlerle aynada kendime bakardım. Annem beni teselli etmek için her seferinde üzülme güzelim, kökü sende yine uzayacak gibi sözler sarf ederdi. Pek işe yaramazdı. Haklıydı tabii, saç uzardı ama dönüp dolaşıp berbere gelmeliysem ve makas diye bir alet hep varsa köklere güvenemez ki insan?
Gariptir, ayrılıktan sonra birden saçlarımı kısacık kestirmek istedim. Sevgiliyle birlikte saçlar da gitsin, ikisi de yavaş yavaş uzarlar diye mi düşündüm acaba? :) Sonra her zamanki gibi korktum, öfkeyle kalkan zararla oturur, bu kadar derdin arasında bir de saçlarıma üzülmeyeyim dedim.
Zamanında annecim kandıramamıştı ama şimdi düşünüyorum da fena bir teselli lafı değil, zamanla her şey büyüyor, her şey küçülüyor...

Salı, Mayıs 19

Fado

Herhalde fado'yla gerçek anlamda Centre Pompidou'nun oradaki ucuz cd'cilerden aldığımız Amália Rodrigues albümleriyle tanıştım. Sözlerinden hiçbir şey anlamadığım keder yüklü şarkıları uzun süre evire çevire dinledim. Sonra Saura'nın Fados'unu izleyince daha geniş bir anlam dünyası oluştu. Ardından Lizbon'a da gidince müzik, dil, duygu iyice ete kemiğe büründü.
Fado'nun tam çevirisi yoksa da kader gibi bir anlamı varmış ve bu şarkılar genellikle ayrı düşülen birine duyulan hiç bitmeyecek can yakıcı özlemi anlatırmış. Nostalji, hasret, kayıp, hepsi bir arada. Bir teoriye göre bunlar, denize açılan sevgililerinin yolunu gözleyen ve bir müddet sonra umudunu kesen kadınların gidip de dönmeyenler için yaktığı ağıtlarmış.
Ayrılık deyince fado'dan daha juste bir tını olabilir mi?

Kal demek

Her zaman söylediğim bir şeydi: Gitmek isteyen birine ne diyebilirsin ki, ben gidiyorum deyince? Hele kal nasıl dersin. Bana sanki hep yetişkin insanlarmışız ve işte böyle bir karara varmışsa birisi, ısrar etmenin faydası yokmuş gibi gelir. Belki bir kere daha reddedilmekten korktuğum ve kendimi koruduğum için, belki de söz konusu kişiden sırf gitmek istediği için soğuduğumdan...
T.N.'ye söylediğimde çok anlam veremedi söylediklerime, "peki sana ait olan hiçbir şeyi claim etmez misin sen?" dedi. Zor soruydu. Gerçekten istediğim bir şeyse neden mücadelesini vermek gerekmesin? Birden kendimi fazla edilgen buldum ve mesele kafama takıldı kaldı.
Anlatınca N.G.'nin tepkisi tam tersi oldu: "Bunun hayatının kontrolünü eline alamamakla hiç ilgisi yok, biri artık seninle olmak istemiyorum diyorsa, senin zaten ---tiri çekmen gerekir!"
Bunu duymak kendi benlik kurgum adına biraz rahatlatıcı oldu belki ama soru aynı yerde duruyor: gitme kaaal! diyebilmek niye imkansız görünüyor? Acaba fazla mı özgür irade delisiyim? "Kendi istediği için değil ben yalvardım diye kaldı" gibi bir şüpheyi savuşturmak mı istiyorum?

Pazartesi, Mayıs 18

Yalpalamak

Çok tesadüfi bir şekilde tanıştığım ve özünde tanımadığım biri İstanbul'a geleceğini, benden de ufak tefek tüyolar alsa sevineceğini söyledi. Benim de misafirperverliğim tuttu, hemen şehre indikleri güne randevu verdim, buluştuk. Şehirle ilgili ilk izlenimlerini sorduğumda, İstiklâl'e gece 4 gibi girdiklerini ve tek gördüklerinin inanılmaz derecede yalpalayarak yürüyen genç kadınlar olduğunu söylediler. M. dedi ki ben de çok içerim, sarhoş olurum, ama bu kadar savrularak yürüyen insanı bir arada hiç görmemiştim.
Onlar için çok hoş bir karşılama olmamış şüphesiz ama benim gözümün önüne sevgilisinden ayrılmış ve neticede hep sarhoş gibi, mütemadiyen savrulan, ben dahil bir sürü arkadaş geldi. Yürümeye devam ediyorlar, gidecek yerleri de var muhakkak ama adımlar karışmış, görüş mesafesi kısalmış, dengede durmak zorlaşmış.
İki ihtimal var herhalde. İnsan bir an tökezleyip, yüzüstü kapaklanabilir. Ya da belki kendini güç bela da olsa eve atıp sağlam bir uyku çeker, sabahına toparlamış olur. Ya da acaba düşsek de kalkar mıyız?