Cumartesi, Haziran 20

Le temps passait, le temps filait

[Paris'in 18 arrondissement'ına istinaden eşit sayıda kısa filmden oluşan Paris, je t'aime'in Faubourg Saint-Denis kısmı (Tom Tykwer) bir aşkın başlangıcını ve sonra zamanın neredeyse dairesel bir düzlemde akışını umuda ve umutsuzluğa aynı anda göz kırparak anlatıyor.
Zaman geçiyor, gerçekten de mutlu zamanlar da mutsuz zamanlar da elimizde olmaksızın geçiyor. Passé déjà!
(Nedense İspanyolca altyazılı ama izlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=neZaHrPOYP0)]

...je t’ai montré notre quartier, mes bars, mon école, je t’ai présenté à mes amis, à mes parents. j’ai écouté les textes que tu répétais, tes chants, tes espoirs, tes désirs, ta musique, tu écoutais la mienne, mon italien, mon allemand, mes bribes de russe. je t’ai donné un walkman, tu m’as offert un oreiller.
et un jour, tu m’as embrassé.
le temps passait, le temps filait, et tout paraissait si facile, si simple, libre, si nouveau et si unique.
on allait au cinéma, on allait danser, faire des courses, on riais, tu pleurais, on nageait, on fumait. on se rasait. de temps à autre tu criais sans aucunes raisons ou avec raisons parfois, oui avec raisons parfois.
je t’accompagnais au conservatoire, je révisais mes examens, j’écoutais tes exercices de chants, tes espoirs, tes désirs, ta musique, tu écoutais la mienne.
nous étions proche, si proche, toujours plus proche.
nous allions au cinéma, nous allions nager, riions ensemble, tu criais avec une raison parfois et parfois sans.
le temps passait, le temps filait.
je t’accompagnais au conservatoire, je révisais mes examens, tu m’écoutais parler italien, allemand, russe, français, je révisais mes examens, tu criais, parfois avec raisons, le temps passait, sans raisons, tu criais sans raisons, je révisais mes examens, mes examens, mes examens, mes examens, le temps passait, tu criais, tu criais, tu criais...

Bis

90'ların meşhur rock/metal grupları birbiri ardına şehre geldiği sıralarda, L.K.'yle dişimizden tırnağımızdan artırıp o zamanlar stadyumda yapılan bu konserlerin çoğuna gitmiştik. Kardeşle de geç 90'lar ve temelde 2000'lerde park orman, cemil topuzlu, kuruçeşme gibi yerlerde sayısız rock, alternative, grunge, caz konseri dinlemişizdir. Yıllardır hayran olunan bu insanları canlı canlı dinlemek elbette bir hiç bitmesiiin hissi uyandırırdı. Eh, kaçınılmaz olarak konser bitince de tek umudumuz bis olurdu. Deli gibi alkışlar, bağırır çağırır, yine sahneye gelsinler de 2-3 şarkı daha söylesinler diye umud ederdik. 3'ten çok şarkı söyleyenlere büyük saygı duyardık, hele de 2. bise gelenler bizim için acayip müstesna insanlar olurlardı...
Ayrılık defterinin kolay kolay dürülememesi, etraftaki arkadaşlar, aile, eş dost, hatta bazen ayrılanların kendisinin bir şans daha beklentisi içinde olması aklıma bu bis metaforunu getirdi. Ama bunun çözüm olmadığı o kadar açık ki: bis uzun olsun kısa olsun konser yine bitmiyor mu, her şey hep bitmiyor mu?
(blog'un akıbeti konusunda da manidar bir yazı olduğunu not düşelim...)

Salı, Haziran 16

Hayatta başka şeyler de var elbette

Şehirde olmayan ya da sık görüşmeyi beceremediğimiz bazı dostlar muhtemelen "hayatımı" sadece blogdan takip ediyor. Dün A. neler yapmakta olduğumu, nasıl olduğumu özetleyen uzunca mail'imi okuyunca sevinmiş, "blogunu okumak daha farklı bir izlenim veriyor, sanki sürekli onu ve yaşananları düşünüyormuşsun gibi" demiş. Daha önce de N. yazdıklarımı okuduğunda ben senin bu kadar duygusal bir tarafın olduğunu bilmezdim, şaşırdım demişti.

Ben de birkaç zamandır düşünüyorum, yazdıklarım bana dair, şu anki hayatıma dair ne kadar şey söylüyor diye. Evet, elbette hep düşündüğüm şeyleri yazıyorum ama bir yandan da bir keşif benimkisi. Hayatımın bu noktasından, belli bir perspektiften gördüğüm manzara. Ne kadarı gerçek, ne kadarı değil hiç bilmiyorum. (Zaten gerçek nedir?)

Yazdıklarımı okuyanlar benim birebir o kişi olduğumu zannedip çok kesin, fazla kesin bir karakter fikrine mi sahip oluyor diye merak ediyorum, belki endişeleniyorum. Çünkü bu benim içimi döktüğüm günlük değil, günah çıkarma odası değil. Daha genel manada ayrılık duygusunu anlama denemesi (üstelik sadece benimkine de değil). Anonimleşmeye çalışan bir şey. Hatta Z.'ye linki ilk yolladığımda okumuş ama yazarın ben olduğumu anlamamış!

Ama yabancılaşma efektini de abartmamak lazım. Sevdiği yazarlarla, şarkılarla, tekrarlayıp durduğu teraneleriyle bu benim işte. Hem de değilim. Yani bütünüyle değil. A fragment of me.

Zaten insana ve hayata dair her şey biraz öyle değil mi? A fragment. Ne kadar büyük ne kadar küçük bilinmez ama hayatımızın aktığı her saniyede hayata dair sadece çok küçük bir parçacık görebiliyoruz. Bu blogun bana dair söylediği de fazlası değil: un morceau.

Pazartesi, Haziran 15

Life as a Cocktail Party

Başka vesilelerle de yazdığım gibi ayrılık insanın oturmuş hayatını ayaklandırıyor. Eşyalar, fikirler, kararlar, planlar, bir açıdan hayatın kendisi havada uçuşup duruyor. Neticede yerleşik düzeni yıkmaktan bahsediyoruz, başka türlüsünün olmasını beklemek belki de safdillik olur. Bunun denge bozucu, yorucu bir tarafı var elbette. Bir anda kendi hayatında misafir olmak, her şeye dışarıdan bakmak, içine nüfuz edememek gibi.
Sanki kendimi yalnız gittiğim bir kokteyl ortamında bulmuşum, büyücek bir salonda oradan oraya gidiyorum, az çok tanıdık var mı diye etrafı kolaçan ediyorum, fazla tanımadığım insanlarla ufak tefek sohbetler yapıyorum, topuklu pabuçlarla avare avare dolanıp duruyorum. Yabancılaştırıcı elbette ama bu ortamın ruh halime ve mideme de uyduğunu hissediyorum bir yandan. Birkaç içki içeyim, kanepe tepsilerinden üstünde kürdan olan hafif şeyler yiyeyim, kimse de masaya buyrun demesin...