Cuma, Haziran 5

Bilinmeyenler

Biriyle birlikte olmak, arkadaş ya da sevgili, zaman içinde o kişi hakkında bir sürü şey öğrenmek demek oluyor. Evi, ailesi, son izlediği film, şu an okuduğu kitap... Mutlak bir bilme hali olmasa da bu zamanla karşınızdaki kişinin sevdiklerini, sevmediklerini, tepkilerini az çok ölçebiliyorsunuz. Zaten bu iyi tanıma hissi de insana genel bir huzur veriyor -- öngöremediğimiz tepkilerin her zaman büyük bir gerginlik uyandırması gibi.
Galiba ayrılan iki insan birden evrim geçirip başka mahluklara dönüşmese de aralarında zamanla bilinmeyenler peyda olmaya başlıyor. Bunlar yeni arkadaşlar, yeni alışkanlıklar, farklı tatil planları gibi görünürde basit şeyler üzerinden zuhur etse de bilinmezlik hissi aradaki mesafeye dair bir şeyler söylüyor.
Hani o çocukken oynadığımız, kerameti kendinden menkul oyundaki gibi uzuuun zaman "tilki tilki saatin kaç" diyerek adım adım yaklaşmışız ve şimdi gittiğimiz adımları yavaş yavaş geri alıyoruz gibi...

Perşembe, Haziran 4

Cahil cesareti

Bu hafta büyük ölçüde yeni yeni oluşan bir rutin içinde yaşadım. Kahvaltı, çalışma, yürüyüş ritüelleri az çok yerine oturdu. Dün yine yürürken bu mutat adımların, her gün geçtiğim sokaklardan bir daha geçmenin ne kadar huzur verici olduğunu düşündüm. Sonra da tereddüde düştüm: eğer rutin insanı bu kadar rahatlatıyorsa önceki aylarda çok çok yazdığım gibi neden durup durup her şeyi alt üst etmek istiyoruz? Ve eğer alışkanlıklar güzelse neden eskiye dönmek bu kadar zor geliyor?
Hayatımızda büyük çabalarla ve uzun zamanda oturttuğumuz bir dengeyi bozuyoruz ayrılarak, yenisini kurmanın zorluklarını da bilerek. Acaba niye daha kolay görüneni, statükoyu seçmiyoruz? L.N. tecrübe ettiğin ama seni bir noktada, bir an için bile olsa hayalkırıklığına uğratan bir şeye yeniden şans vermek çok zordur, öte yandan aslında nereye varacağını hiç kestiremediğin ama bir kenarda az da olsa umut beslediğin yeni bir şeye adım atmak daha kolay gelir dedi. Paradoksal ama doğru. Evet, her şey biraz cahil cesareti galiba...

Çarşamba, Haziran 3

Peki ya duman?

Birarada yaşayan iki kişinin yollarının ayrılması, kaçınılmaz olarak bir sürü gönüllü ya da gönülsüz tasfiyeyi beraberinde getiriyor. İşin bir boyutu paylaşım. Daha önce kitaplardan söz etmiştim, ama işte bir zamanlar ikimizin olan başka bir sürü şeyi -- eşyayı, çarşafı, tencereyi, fotoğrafı, çerçeveyi, zarfı, mazrufu -- İ.'nin tabiriyle misketlerimizi paylaşır gibi bir sen bir ben yaparak dağıtıyoruz.
Ondan sonra ikinci aşamada insan yalnız kalıp etrafı kolaçan ederken diğer bazı şeylerden de sırf bir an gözüne battığı ya da akıl sağlığına ağır gelen hatırasını bertaraf etmek için kurtulmak istiyor. Ivır zıvırı hibe ettiğiniz insanlar sizi pek bir cömert sanıyor ama aslında bu biraz da bitkileri budamak gibi, bir kısmını kesiyorsunuz ki kökü güçlensin...
Fakat üçüncü aşamada öyle şeyler var ki paylaşmak da atmak da mümkün değil. Onlar durdukları yerde kalıyor. Herhalde çocuğu olan insanlar için bu en göz ardı edilemez residue oluyordur. Keza birlikte herhangi bir şey üretmiş iki kişi, o mecrada beraberliklerini hep koruyacak demektir. İlla elle tutulur bir şey olması da gerekmez, ilişki esnasında öğrendiğimiz ya da alıştığımız bazı şeyleri de bünyede barındırmaya devam ediyoruz. Domatesin kabuğunu soymak, durmadan imlâ kılavuzuna bakmak, kedi sevmek gibi.
Auster yüzde yüz haklı, külü serpsek izmariti atsak da dumanın bir ağırlığı var...

Salı, Haziran 2

Özgürlük? Yalnızlık?

Kendi evimdeki ilk günü hiç unutmuyorum. Ekim başında bir Pazar günü pek de gönüllü olmayan aile, ne düşüneceğini bilemeyen sevgili, belki birkaç eş dost yardımıyla taşınmıştım işte. Hem de sevgili Mümtaz'ın mahallesine. Öğleden sonra eşyalar yerleşip herkes hadi hayırlısı deyip gittiğinde salon işlevi gören avuiçiçi kadar odada hiçbir şey yapmadan mutlu mesut oturmuş, birkaç saat sonra havayı hala aydınlık görünce ağzım kulaklarımda yürüyüşe çıkmış, dönünce de mercimek çorbası yapıp içmiştim.
Bir müddet bu hiç bilmediğim özgürlük sarhoşluğuyla geçti. Sonra yavaş yavaş özgür hayatın epey yalnız bir şey olduğu kafama dank etmeye başladı. En çok da karlı bir gün camdan bakarken. O göz kamaştırıcı beyazlık, çook hafif yağmaya devam eden kar, televizyondan kulağıma çalınan okullar tatil haberleriyle tekinsiz yerlere gidiverdim: çocukluk, kardeş, karda yuvarlanırken donumuza kadar ıslanıp annemi velveleye vermelerimiz, sobanın başında ısınmalar... Derhal o karlı günleri kendi evimde geçiremeyeceğime kani oldum.
Bilinemeyecek, tahmin edilemeyecek bir şey değil bu elbette ama özgürlük ve yalnızlığın bu kadar sırt sırta olması gözümü korkutmuştu o zaman. Kabullenmek ağır gelmişti. Özgür olmak hep geçer akçedir belki ama yalnızlık bir yere kadar (hayır ömür boyu değil!) diye düşünmüştüm, hala da düşünürüm.
Yine de bu güzel havalarda tek başıma yollarda yürürken, denize bakarak kitap okurken, akşamları oturup yazarken, yalnız ve özgürken iyi hissediyorum. Ama ara ara aynı korku basmıyor değil: kar yağarsa n'olucak?

Pazartesi, Haziran 1

Bahçemizi yeşertmek

Candide'i okuduğumda sene 95 falandı herhalde. O yaşta anlamaya ne kadar müsaittim bilmiyorum ama ilk okuyuşta büyülenmiş, ardından aynı yaz içinde 4-5 kez okumuştum.
Candide'in bütün dünyayı dolaştığı kitap gerçek anlamda bir serüvenler silsilesini anlatır. Durmadan insanın niçin yaratıldığını ve hayatın anlamını sorgulayan kahramanlar, ilginçtir cevabı Marmara kıyılarında yaşlı bir adamdan alırlar: "...[bahçemi] çocuklarımla birlikte eker biçerim; bu iş, üç büyük kötülük olan can sıkıntısını, ahlaksızlığı ve yoksulluğu bizden uzak tutar." Candide biraz düşündükten sonra bu adamın şimdiye dek gördükleri en mutlu kişi olduğuna kanaat getirir ve kitap "bahçemizi yeşertmek gerek" sözleriyle biter - yani bir anlamda yerleşmek, kök salmak, üretmek şiarıyla.
Geçen E.'ye yazarken modern hayatın dayattığı sonsuz hareketliliğin, serüvenin ne kadar gıcık olabildiği geldi aklıma. Bin kere ev, okul, iş, arkadaş, şehir değiştiriyoruz. Alıştığımız, bağlandığımız her şeyden gün geliyor kopuyoruz, köklerimizi ta en derine salamıyoruz. Aslında bu açıdan hayatımızın bütününe yayılan, durup durup tekrarlayan leitmotif birebir ayrılık! (Sevgililerimizden ayrılmışız çok mu?) Doğduğu köyde yaşlanıp ölen tipler olsaydık daha mı mutlu olurduk acaba?
Voltaire'e rağmen bu da kocaman varoluşsal sorunlarımızdan biri işte: hem rutin arıyoruz hem macera, hem köylü olmak istiyoruz hem korsan, hem Candide'e özeniyoruz hem Don Kişot'a!

Pazar, Mayıs 31

Tu te rappelles?

Ayrılık açısından unutmaya, unutabilmeye dair çok şeyler yazdım. Ama aslında tam tersinden düşününce ilişkinin kendisi de bir sürü unutuşu içeriyor. Başka bir yerde, başka bir evde, başka bir hayatı yaşarken, yalnız ya da bir başkasıyla, muhakkak bazı alışkanlıklarım vardı (her zaman vardır, herkesin vardır) ve mümkündür ki bazı şeyleri geride bırakarak, yapmayarak, unutarak yeni bir ilişkiye başladım.
Şudur, budur, şunu yapmayı da ne çok özledim gibi değil. Sadece bir şekilde, hissettirmeden silinmiş şeyler var(mış) ve yavaş yavaş insan onları yeniden hatırlıyor ve nasıl da sessizce hayatından çıkardığına şaşıyor.
Bu açıdan bakınca zaten bütün hayatımız bir şeyleri unutabilmekle ilgili gibi geliyor. İlerlemek için, yeniden başlamak için, yenilikle - ki insan hayatının kaçınılmazlarından biri bu - başa çıkabilmek için her an bir şeyleri erase etmesek de kilere kaldırmak icap ediyor. Sararırlar mı, paslanırlar mı, küflenirler mi bilinmez ama fark ediyorum ki bazılarının yeniden günışığına çıkmaya hiç itirazı yok!