Cuma, Mart 27

Patlamalı mıyız?


Ayrılık sürecindeki konuşmalarda (bazıları için kavga bunlar elbette) hâkim dil genellikle bir tür patlamayı beraberinde getirir. Taraflar sinirlenir, bağırır çağırır, olmayacak şeyler söyler. İnsan bir şekilde içini dökmek, derdini boşaltmak istediği için, böyle yapması doğaldır da. Böyle düşünmeme rağmen patlamayı beceremiyorum... Karşımdaki insana ne kadar sinirlensem kırılsam da, sesimi yükseltemiyorum, kötü şeyler söyleyemiyorum, zıvanadan çıkamıyorum.
Zaten şiddetten gözü dönmeyi, ağız dolusu küfretmeyi, sinirden ter ter tepinmeyi becerebilen bir tip olamadım hiç. Kendimi çok çok kötü hissettiğimde bile karşımdakine ciddi bir tepki veremedim. Genellikle yaptığım üzüntüden çatlayacak gibiyken gülümseyen bir ifadeyle oturmak, bazen de ağlamak. Hislerimi dışavuracak edimleri bulamadım sanırım.
Bu konuda da arkadaşlar ikiye bölündü elbette: L. saydır saydırabildiğin kadar, ne diye böyle medeni bir insan gibi davranıyorsun ki diyor, R. de ne münasebet canım insan sonra pişman olur, kendine saygısı kalmaz diyor.
Ben çok ölçüp tartamıyorum, şu ana kadar elimden gelen belli zaten. Hem yıllarca sevdiğimiz, beraber olduğumuz insanlara nasıl bu kadar saygısızca, umursamazca, duyarsızca davranabiliriz bilmiyorum...

Umudumuz Bahar :)


Daha önce de söyledim, etrafımdaki bir sürü kişinin ilişkisi aynı zamanlarda bitti. Genellikle Şubat-Mart gibi. Hem onlarla hem başkalarıyla daha henüz özgürleşemediğimiz için (bkz. Hep kaynayan kazanlar) bu konuları konuşup duruyoruz.
Mutlu mutsuz bir sürü insanın birbirini cesaretlendirmek için söyleyip durduğu, "neyse neyse önümüz Bahar!" Sanki hepimiz güneş yükselecek, tatlı bir meltem esecek, Boğaz ışıltıları bizi gülümsetecek, püfür püfür kıyafetlerimiz uçuşacak, her şey daha güzel görünecek diye umutla bekliyoruz. ("Bu kışta efkârlıyım, bahara allah kerim" durumları...). Bahar ve umut zaten hep yanyana giden şeyler, hele bu yağmurlu İstanbul kışından sonra insan başka bir şey hayal edemez hale geliyor.
O zaman iyi tarafından bakmaya çalışalım: iyi ki ayrılmak için gecikmemişiz, şemsiyelerin vuruştuğu yağmurlu sonbahar günlerinde hiç çekilmezdi canım ! :)

Hep Yek


Gün benim günüm hiç bi engelim yok/ Bu kez önümde/ Az düşünmedim çok üzülmedim/ Yaş da yok gözümde

Ayrılık ya bu zor biraz/ Ama geçer günün birinde/ Sensiz olmaya razıyım/ Bırak bitsin bittiyse kalamam seninle/ Karar verdim gitmeye

Bundan böyle hep yek hep tek başıma/ Dere tepe dümdüz kendi yoluma

Yalnız kaldım sanma koca dünya yanımda/ Bundan böyle aşkım mevlamdır/ Kanmam yalana/ Dizginsiz aklım belalımdır almam yanıma

Gün gelir geçer ay biraz durur/ Yılların cebinde/ Az direnmedim çok gücenmedim/ Hırs da yok içimde

Hürriyet ya bu zor biraz ama güzel/ Yeri gelince/ Yardan olmaya razıyım/ Bırak bitsin bittiyse/ Durmam yerimde/ Karar verdim gitmeye


Perşembe, Mart 26

Belki Alışman Lazım


[2002'de çıkmıştı bu şarkı. Yalnızlığımızdan yeni çıktığımız bir anda çok anlamlıydı, şimdi belki daha fazla...]

Orada bir adam var/Adamın içi dapdar/Beyni başı patlar/Kendinden geçer

Onu bunu bilmez/Bildiğini görmez/Görmeden inanmaz/Kendinden geçer/ Yeter yeter

Yalnız mı kaldın/Bir tek sen mi varsın/Yalnız mı kaldın

Belki alışman lazım/Bu yalnızlığa/Belki katlanman lazım

Orada bir kadın var/Kadının içi dapdar/Beyni başı patlar/Kendinden geçer

Onu bunu bilmez/Bildiğini görmez/Görmeden inanmaz/Kendinden geçer

Yeter yeter

Herkes Gibi

[fotoğraf, ©2008 phil bebbington]

[M. dün önerdi bu Nazım Hikmet şiirini. Dedi ki, bir müddet üzülüyorsun, arıyorsun ama sonra bakıyorsun o da normal biri işte, herkes gibi ...]

Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.

Mâziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim
Kalbimde kalbine yok bile kinim
Bence artık sen de herkes gibisin.

Hep kaynayan kazanlar


2009 yılının hikmetinden mi, pek de öyle kendini hissettirmese de gelmek üzere olduğuna inandığımız bahardan mı, küresel ısınmadan mı, ekonomik krizden mi bilmem ama bir sürü arkadaşım sevgilisinden ya ayrılıyor ya da ayrılmakta. En uzun zamandır birlikte olanından yeni başlayanına, yaşlısından gencine nedense herkes bir ayrılık mevsiminde.
İnsan zaten kendini belli bir iklimde hissediyor, bir de karşısındakilerde de benzer bir durum söz konusuysa bu sefer tek muhabbet erkekler, kadınlar, ilişkiler, bağlanamama, kopamama, aşk, evlilik, ayrılık oluyor. Bir süre soyut düzeyde ilerleyen sohbet tabii dönüp dolaşıp esas case study olan kendimize geliyor.
Dün peşpeşe iki arkadaşımla buluştum ve arasıra kısa aralar vermekle birlikte hep biten ilişkilerimizden ve post break-up durumlardan konuştuk. Altındaki ateş hiç sönmeyen kazanlar gibi laf açıldıkça açıldı, çorba kaynadıkça kaynadı.
Bu duruma istinaden M. çok güzel bir şey söyledi, ilk başlarda doğru yolu gösterecek sakallı dede arar gibi önüne gelen herkesle konuşurken, sonra birden tüm bu sorgulamalar anlamsız geliyor; eski ilişkiye dair sözcüklerin tükeniyor; hiç konuşmak istemiyorsun; defteri dürüyorsun, oluyor bitiyor. Veee, özgürleşiyorsun!
Blog açtığım düşünülürse benim durumum henüz umutsuz galiba ama bir şekilde fredoooom çığlıkları atıcaz :)

Çarşamba, Mart 25

La Rencontre !!!


Ayrılıkla ilgili bir sürü sıkıntıdan birisi de bir müddet sonra karşılaşmak. Görünce ne diycem, ne yapıcam? Yanımda ya da onun yanında kim olacak? Benimle nasıl konuşacak, ben nasıl davranıcam? Çok hayati meseleler bunlar.
Bu ilk karşılaşmayı ertelemeye çalışıyorum ama bir yandan da kaçamadığımı hissediyorum. Ne olacaksa olsun, artık görsem de kurtulsam gibi bir ağırlık var sanki omuzlarımda... Yokuşta fren yapmaktan yorulup yuvarlanmak ister gibi, tam bir vertigo hissi.
Sanırım ilk birkaç hafta insan daha tetikte oluyor; her an karşılaşma ihtimali varmış gibi dikkat ediyor kendine, çevresindekilere. Her köşe başında gözlerini kısıyor, kulak kabartıyor...
Aksi gibi bu meseleyi düşünmeyi bırakır bırakmaz, kendimizi en savunmasız, en zayıf, en çirkin bulduğumuz bir anda eski sevgiliyle karşılaşıyoruz. Hiç adil değil...

Kim biliyor?


Ayrılma raddesine gelene kadar insan herhalde uzun süre bir iç hesaplaşma dönemi yaşıyor. Kendi kendine mutlu muyum, seviyor muyum, ne yapabilirim diye soruyor. Bu sorular artık bastırılamayacak kadar büyüdüyse, meseleyi sevgilisine açıyor ve konu iki kişilik oluyor. Uzun uzun bu iki kişi bunları konuştuktan sonra devreye en yakın arkadaşlar giriyor. Her şey onlara bir bir anlatılıyor, akıl alınıyor dertleşiliyor. Yani ortada bir sorun olduğunu uzun bir süre son derece az sayıda insan biliyor.
Galiba 1-Ben, 2-Sevgilim, 3-Arkadaşlarım aşamalarından sonra devreye 4-Aile giriyor. Geç öğrendikleri için üzülüyorlar, kararların onlar olmaksızın çoktan alınmış olduğuna bozuluyorlar ama işte onların sırası ancak bu zaman geliyor. Bu çekirdek kadrodan sonra elaleme de bir şekilde söylemek gerekiyor. İkincil arkadaşlar, iş arkadaşları, patronlar, eş dost, vs. vs.
Yani denize atılmış bir taş gibi, küçükten büyüğe dalgalar halinde haber etrafa yayılıyor. Galiba bu yayılma da bitiş'in göstergelerinden: ne kadar çok kişi biliyorsa ilişki o kadar bitmiş olmalı...

Salı, Mart 24

Bir şans daha?


Sorunlarımız var, ayrılıyoruz, ayrıldık... Bu sürecin herhangi bir yerinde dahil olar herkes bizi yavaşlamaya, itidale, iyi düşünmeye davet etti. Hep acele karar vermememiz için uyarmaya çalıştılar. Bu aynı zamanda bir daha deneyin, bir şans daha tanıyın demekti.
Akıl vermeye, yardımcı olmaya çalışan herkes muhakkak biliyordur ki biz zaten kendi aramızda da hep bu diyalogları yapıyorduk:

-...Hemen ayrılmasak, biraz daha denesek?
-Belki de büyütüyoruz, birkaç ay geriye saramaz mıyız?...
-...Yeni bir eve çıkmak çok aceleci olmayacak mı, bir arkadaşında kalsan?

-Gerçekten bitmiş olabilir mi, bir yerlerde duruyor olmalı aşkımız...


Zaten insan herhalde hayatta kalma içgüdüsü olarak elindeki bütün imkanları deniyor, verebileceği bütün şansları veriyor. Ama her şeyin bir sınırı, bir ömrü var mutlaka. Kalp masajı, duran her kalbin yeniden atmasını sağlamıyor...

Eternal Sunshine of the Spotless Mind


Bu süper güzel film herhalde benim separation desperation dediğim ayrılık sonrası sürecin, unutmaya, hissetmemeye, uyuşmaya özlemle ne kadar yakından alakalı olduğunu çok iyi anlatıyor.
Bir müddet birbirlerini çok seven ve mutlu olan Joel ve Clementine, ayrıldıktan sonra hatıralarıyla başa çıkamazlar. Bunalımlarını atlatamadıkları için doktor-terapist-bilgisayar uzmanı karışımı birisinin ofisine gidip hafızalarının istenmeyen kısımlarını (zihindeki bazı noktaları) sildirirler.
Eski sevgiliye dair her şey, zihinde bir iz bırakmış her kırıntı artık üzüntü yarattığı için cımbızla çekilir gibi ayıklanıyor. Ne aşk ne ayrılık, sanki hiç yaşanmamış gibi...
Ancak işlem başarıyla tamamlanmış olsa da, Clementine ve Joel yeniden karşılaştıklarında birbirlerinden hoşlanınca esas paradoksu görürüz: İnsan sevdiği insanı ve ona dair tüm anılarını silebilir, ama aynı kişiye yeniden âşık olma ihtimalinden (yani kendinden) kurtulabilir mi?

Evim güzel evim?


Bir sürü yerde hatıralarla ve hafızayla baş etmenin zorluğundan bahsedip duruyorum. Zaten ayrılığın en vahim taraflarından biri bu, kolayca yeni bir sayfaya geçemiyor insan, önceki sayfaya yazılan bir sürü şey ilk bakışta temiz görünen yeni yaprakta gölgesini bırakmış oluyor...
İnsan kendini ister istemez bir kaçış halinde buluyor. Mekanlardan, giysilerden, hediyelerden, sokaklardan kaçış. En kötüsü de dönüp dolaşıp eve gitmek. Çıfıt çarşısı gibi her köşesi türlü türlü anıyla dolu evde kalmak en zoru galiba. Herhalde bu yüzden kendimi sabah erkenden evden çıkar akşam da ayaklarım eve geri geri gider buluyorum.
Ayrılık biraz da böyle bir şey herhalde, insanın kendi evine klostrofobik olması!

Pazartesi, Mart 23

je ne t'aime plus mon amour


je ne t'aime plus mon amour
je ne t'aime plus tous les jours
je ne t'aime plus mon amour
je ne t'aime plus tous les jours

parfois j'aimerais mourir tellement j'ai voulu croire
parfois j'aimerais mourir pour ne plus rien avoir
parfois j'aimerais mourir pour plus jamais te voir

je ne t'aime plus mon amour
je ne t'aime plus tous les jours
je ne t'aime plus mon amour
je ne t'aime plus tous les jours

parfois j'aimerais mourir tellement y a plus d'espoir
parfois j'aimerais mourir pour plus jamais te revoir
parfois j'aimerais mourir pour ne plus rien savoir



Siyam hatıraları...


İnsanın hafızasında yer eden bir sürü şey bir kompozisyon içinde kendini belli ediyor. Bazen bir şey görüyorsunuz, duyuyorsunuz, ya da hissediyorsunuz ve o anda birden geçmişteki bir ana gidip o anı bütün ayrıntılarıyla yeniden yaşayabiliyorsunuz. Örneğin benim için Ulysses' Gaze'in film müzikleri, Sessiz Ev'den ayrı düşünülemez.
Kitabı okurken hep Eleni Karaindrou'nun insanın içini burkan ezgileri çalıyordu ve bu yüzden hikâye ve müzik kafamda birbirinden ayrılmamacasına birleşti. Müzik ne zaman çalsa, kendimi Gebze'de, o merdivenleri gıcırdayan evde, babaannenin kasvetli odasında, ya da Faruk'la birlikte arşivde düşünürüm.
Ama bu kadar da değil, birden aklıma kitabı okuyan ben'in görüntüsü de gelir: üstünden merdiven geçtiği için garip engebeleri olan tavan, soğuk kış gününde yanan odun sobası, demli çay, ayaklarımı karnıma çekip oturuşum, aşık olduğumu, mutlu olduğumu düşündüğümde içimin titreyişi...
Hatıralar birbirine böyle siyam ikizleri gibi yapışmasalar, hafızamızdan içeri hep birden hücum etmeseler, teker teker gelseler, her şey belki çok daha kolay olacak -- müzik dinlemek de, kitap okumak da, çay içmek de...

Uyku, rüya, yatak



Bu çoğunlukla insandan insana değişir ama başlangıçta yeni birisiyle uyumanın zorlukları vardır. Zamanla bir denge bulunur, köşeler belirlenir, pozisyonlar netleşir. İlk zamanlardaki uykusuz ve meraklı geceler, son derece sakin mışıl mışıl zamanlara dönüşebilir.
Kimin yanında yattığımız bir yana, birisiyle uyumaya alıştıktan sonra yalnız yatmak farklı bir deneyimdir. Yalnız başıma bir yerlere gittiğimde otel odalarındaki yataklarda bazen ne kadar rahat ve özgür hissettiğimi hatırlarım. Ama her zaman da böyle olmaz. Bazen insan yastığın yorganın soğuğunda üşür, büzüşür, yanında olmasına alıştığı sıcak bedeni arar.
Komik bir şekilde yatakta yalnız olma fobisini iki arkadaşımdan duydum. R. yalnız yatmayı hiç sevmediğini ve sırf ayrılık sonrasındaki süreyi yalnız uyuyarak geçirme fikrine alışamadığı için ayrılmak istemediğini söyledi. N. de başka birinden hoşlandığı halde sevgilisine sarılıp uyumaya daha fazla değer verdiğini ve bundan hiçbir şey ya da hiç kimse için vazgeçemeyeceğini söyledi.
Bence biriyle ya da yalnız yatmak çok hayati şeyler değil. Güzel güzel rüyalar görebiliyorsak, sabah yeni bir enerjiyle, bir gülümsemeyle, hatta zıplar gibi yataktan kalkabiliyorsak yataktaki mevcudun çok önemi yok demektir :)