Cuma, Mayıs 15

Takvim yaprakları

Bazı ilişkiler bir şekilde başlar, biter. İnsan uzun boylu kaydını tutmaz, tarihini yazmak zor olur. Bazen de ilişkilerin içine sinmiş bir sürü özel gün, yıldönümü, unutulmayacak tarih olur... Üniversiteden H. ve sevgilisi ilk birlikte olmaya başladıklarında her ay bir kutlama yapıp birbirlerine hediye alırdı, şaşırırdık, takdir ederdik. Gerçi bir seneyi devirince ayları kutlamaktan vazgeçtiler. (Zaten hangi hayal gücü bu kadar çok hediye fikri üretebilir?). Kutlamayı yılda bire indirdilerse de artık ayın o gününü hiç unutamayacaklarına eminim (ben unutmuyorum).
Takvimin sayfalarını çevirdikçe, daha doğrusu bilgisayarın sağ alt köşesindeki günün tarihine baktıkça insanın aklına bir sürü şey geliyor. Bazen bugün geçsin, bugün geçsin, ya da tarih gözüme çarpmasın istiyorum. Halbuki bazıları da belki ayrı olmasak hiç önem atfedilmeyecek şeyler...
Nasıl başa çıkmalı bu önemli günler ve haftalarla? Acaba devrim takvimini mi kullansam? Mesela bugün 25 Floréal CCXVII !

Çarşamba, Mayıs 13

Teğet geçmek

İki insanın birlikte olması bir anlamda iki çizginin bir yerlerde kesişmesi demek. Hoş bir romantik komedide vardı, bir kadınla bir erkek çocukluktan itibaren hep çok benzer hayatlar yaşamalarına rağmen yolları ancak çok zaman sonra kesişiyordu (neyse ki şarkıdaki gibi geç kalmamışlardı birbirlerine).
Ayrılık da bu eğrilerin başka taraflara dönmesi, kenetlenmenin çözülmesi demek bir açıdan. Üstüste binmiş rotalar, bir an geliyor sağa sola kırılıyor, hedef şaşıyor, ara açılıyor...
Peki Z.K.'nin düşünmesi zevkli dediği teğet geçmek bu geometrik lûgatta nereye oturur? Bir şeylere yaklaşmak mıdır, yoksa es geçmek, kaçırmak mıdır? Belki sadece bir ihtimal. Evet, düşüncesi güzel...

Kim dinler beni?


İnsanın bir ilişkisi olması, aynı insanı oldukça düzenli şekilde görebilmesi de demek. Bu da yaşadığı, düşündüğü her şeyi mutat surette paylaşacağı biri olması demek. Akşam eve gitmek, içecek bir şey koymak, o gün olanlardan bahsetmek, hepsi birer ritüel bunların.
Ne kadar da arkadaşlarla çevrili olsak, yalnızken birikiyor hikâyeler. Bu yüzden herhalde, tek başıma kaldığım zamanlarda bir sürü defter doldurmam. Bu açıdan verimli bir dönem gibi görünse de her şey yazarak boşalmıyor, insan anlatmak, daha da anlatmak istiyor.
Neyse, separationdesperation sayesinde bir sürü kulak bende! :P

Salı, Mayıs 12

Benim Adım...

Üniversitede N.'yle beraberken etrafımızdaki bir çiftin birbirlerine isimleri yokmuşcasına hep iyelik ekiyle biten "sevgi sözcükleri" söylemelerini anlayamazdık, uydurma bir gösteriş gibi gelirdi. Kaderin cilvesi, bir zaman sonra ben de kendimi böyle diyalogların tarafı buldum, hem de severek -- tabii ki. Biraz mesafe alınca yine o eski eleştirel duruşuma mı dönüyorum diye düşünüyorum. Eşe dosta sık sık şekerim, canım, güzelim, hayatım deriz elbette ama birinin bizatihi adını telaffuz etmeyi bütün bütün dışlayan bu durum biraz garip. Ş. mesela sadece kavga ederken ya da çok sinirliyken ismimi söylerdi. Bazen meselenin ciddiyetini henüz anlamamışken birden adımı duyarsam hemen toparlanırdım: demek harbi gergin bir durum var...
Şimdilerde biriyle sohbet ederken, telefonda, mail'de adımı daha fazla işittiğimi, gördüğümü fark ediyorum ve hem yeni hem de güzel geliyor. Evet, benim adım var. Bayılmıyorum ama yine de duymak iyi geliyor. Hiç sahiplenmeyelim, hiç sevimli laflar etmeyelim demiyorum tabii, onların da tadı vardır, sadece denge meselesi. Canım U.'m ve ben mesela birbirimize seslenirken iyelik eki takarız ama adımız baki kalır :)

Pazartesi, Mayıs 11

Lost in Translation

Ayrılıktan çok yalnızlık ya da yabanlığı anlatan bu filme burada ne kadar yer var emin değilim. Ama sanki dışarıdan bakınca bir çırpıda ayrılmaları icap eden insanlarla enikonu bir hayat kurmaya çalışan, henüz evlenmiş Charlotte ve evinin dekorasyonunu yenileyen Bob, tükenmişliği kabul etmek istemeyen birer biz ayrılamayız... portresi.
Binaların, caddelerin, ışığın, müziğin, kalabalığın ve tüm hayatın ortasında yapayalnız hisseden; üstelik de mutlu ve özgür bir yalnızlık değil, epey fena, acı veren bir yabanlık duyan, dertli, neşesiz, uykusuz kahramanların problemi uzak diyarlarda yalnız olmak, sevdiklerinden ayrı düşmek değil. Onlar evlerinde de yalnızlar. Ya da belki daha doğrusu, ev dedikleri yer ya da insanlar tamamen anlamını yitirmiş ve geri dönecek bir yerleri kalmamış.
Yalnızlıklarını paylaştıkları, anlaştıkları an birbirlerinin evi oluyorlar. Kaybettikleri yatağı bulunca da mışıl mışıl uyuyorlar...

"Ben de!" demenin hafifliğini yitirmek

Yıllar önce, epey hoşlandığım ama işte işin nereye evrileceği belli olmayan biriyle konuşup dururken benim söylediğim şeylere "ben de!" diye cevap vermesinden büyük mutluluk duyduğumu fark etmiştim. Bir keresinde ben arnavut ciğeri çok severim gibi bir şey söyledim, o da yine bana katıldı, ben de yine sevindim. Ama aynı anda hemen aptal hissettim. Bunda sevinecek ne vardı ki sanki, sevse ne olur sevmese ne olur!
Ama yine de bu uyum ihtiyacını pek üzerinden atamıyor insan. Sanki aynı düşünmediğimiz her konu çatışma yaratmaya müsaitmiş ve ondan kaçınıyormuşuz gibi. Meşhur şarkı sevgi anlaşmak değildir dese de deli gibi anlaşmak istiyoruz. Hele de konu sevmek, özlemek, istemek olduğunda kendimizden bağımsız, adeta düşünmeden ben de diyebilmenin hafifliğini yitirmek öyle ağır bir yük ki sanki yerçekimini on kaplan kuvvetinde yapıyor, insanı yere yapıştırıyor!