Cuma, Nisan 17

The Origin of Love

[John Cameron Mitchell'in “aşkın kökeni ayrılıktır” diyen süper şarkısı, Hedwig and the Angry Inch'i izlediğimden beri kulaklarımda...]

When the earth was still flat,/ And the clouds made of fire,/ And mountains stretched up to the sky,/ Sometimes higher,/ Folks roamed the earth/ Like big rolling kegs./ They had two sets of arms./ They had two sets of legs./ They had two faces peering/ Out of one giant head/ So they could watch all around them/ As they talked; while they read./ And they never knew nothing of love./ It was before the origin of love.

The origin of love

And there were three sexes then,/ One that looked like two men/ Glued up back to back,/ Called the children of the sun./ And similar in shape and girth/ Were the children of the earth./ They looked like two girls/ Rolled up in one./ And the children of the moon/ Were like a fork shoved on a spoon./ They were part sun, part earth/ Part daughter, part son.

The origin of love

Now the gods grew quite scared/ Of our strength and defiance/ And Thor said,/ "I'm gonna kill them all/ With my hammer,/ Like I killed the giants."/ And Zeus said, "No,/ You better let me/ Use my lightening, like scissors,/ Like I cut the legs off the whales/ And dinosaurs into lizards."/ Then he grabbed up some bolts/ And he let out a laugh,/ Said, "I'll split them right down the middle./ Gonna cut them right up in half."/ And then storm clouds gathered above/ Into great balls of fire

And then fire shot down/ From the sky in bolts/ Like shining blades/ Of a knife./ And it ripped/ Right through the flesh/ Of the children of the sun/ And the moon/ And the earth./ And some Indian god/ Sewed the wound up into a hole,/ Pulled it round to our belly/ To remind us of the price we pay./ And Osiris and the gods of the Nile/ Gathered up a big storm/ To blow a hurricane,/ To scatter us away,/ In a flood of wind and rain,/ And a sea of tidal waves,/ To wash us all away,/ And if we don't behave/ They'll cut us down again/ And we'll be hopping round on one foot/ And looking through one eye.

Last time I saw you/ We had just split in two./ You were looking at me./ I was looking at you./ You had a way so familiar,/ But I could not recognize,/ Cause you had blood on your face;/ I had blood in my eyes./ But I could swear by your expression/ That the pain down in your soul/ Was the same as the one down in mine./ That's the pain,/ Cuts a straight line/ Down through the heart;/ We called it love./ So we wrapped our arms around each other,/ Trying to shove ourselves back together./ We were making love,/ Making love./ It was a cold dark evening,/ Such a long time ago,/ When by the mighty hand of Jove,/ It was the sad story/ How we became/ Lonely two-legged creatures,/ It's the story of/ The origin of love./ That's the origin of love.

Perşembe, Nisan 16

Senkron Yitimi


Uzun zamandır ayrılık acısı çeken G. farkında değilken S. aylarca ona aşıkmış. Tam o da durumu hissetmiş, ayak uydurmuş ve gerçekten aşık olmuşken S.'nin ruh hali tamamen değişmiş, aşkı düşüşe geçmiş. Yani aynı yolu farklı zamanlarda izleyen eğriler gibi, yüksek-alçak, yükselme-alçalma dinamiklerini bir türlü eşzamanlı hale getirememişler.
İlişki bu anlamda dans etmeye benziyor: Ritmi kaçırmamak, adımlarını şaşırmamak, ahenk içinde olmak önemli. Çok acayip ama mesela geçen gün N. dedi ki daha önce iki ilişkisi dans edişi yüzünden bitmiş. Görmedim ama söylediğine göre biraz çılgın, kafasına göre dans edişi ciddi krizlere yol açmış.
Mutluluk-mutsuzluk, gitmek-kalmak, yalnızlık-birliktelik deyince aynı anda aynı noktada olamamak ciddi bir meseleye işaret ediyor galiba. Halbuki yolun başında saatlerimizi ayarlamış, tik taklarımızın uyumlu olacağına hep inanmıştık...

Salı, Nisan 14

Diaspora ve Nostalji Baskınları


En başta da söylemiştim, bir ilişkiyi bitirmek bir şehirden ayrılmak gibi. Bir çeşit göçmenlik, kimsesizlik, yabanlık hali. İnsan durup durup hatırlıyor, kafasında canlandırıyor, tekrar tekrar aynı şeyleri yaşıyor, duyuyor. Yoğun bir sıla hasreti insanın yakasını bırakmıyor. Ayrı düştüğümüz şeylere olan özlemimiz olur olmaz bir yerden parlayıp gözlerimizi kamaştırıveriyor.
Aslında bu bir nostalji meselesi. Yani aslında idealize edilmiş bir geçmişi, bir hatırayı özlüyoruz. Bir kalp çarpıntısını, bir karşılaşmayı, bir tatili, bir sevişmeyi... Olduğu yerde kalan bu güzel enstantaneler insanın geçmişiyle barışık olması açısından sağlıklı belki ama bugüne ya da yarına dair ne söylediği müphem.
Aynı diaspora hissiyatı gibi: Özlem mutlak gerçek ama ironik şekilde kavuşma iradesi zayıf. Göçmenler evlerine dönemiyorlar, çünkü insan korkuyor, gidip de terk ettiği yeri yeniden bulamamaktan, gidip de sevememekten, gidip hayal kırıklığı yaşamaktan...

Pazartesi, Nisan 13

Ithaka'ya dönmek mümkün mü?


Odiseus Troya Savaşı'ndan sonra durmadan, tam yirmi yıl, ülkesine, Ithaka'ya dönmek için çabalar. Fırtınalarda kaybolur, afyonumsu meyvelerle büyülenir, tek gözlü canavarlarla savaşır, ölüler ülkesine gider, deniz perilerinin güzel şarkılarına kapılır, aşık olur...
Ama evine, ülkesine dönme arzusu hiç bitmez. Yirmi yıl boyunca sadece dönüşünü düşünür. Ama dönünce, şaşırarak anlar ki hayatı, kendi hayatının anlamı, merkezi, hazinesi, Ithaka'nın dışında kalmıştır ve bu hazine kayıptır, anlatarak da onu geri getiremez. Kimse de ona bu yirmi yıl içinde ne yaptın, “Anlat!” demez.
Aşkın hatırası da tam böyle bir şey galiba. İnsan delicesine özlüyor, acıdan kavruluyor, o ülkeye geri gitmenin yollarını arıyor, bulamıyor, savaşıyor. En acıklısı da anlıyor ki yol bulunsa da artık ülke orada durmuyor. Ithaka sular altında kalmış, kaybolmuş, yitmiş.
Odiseus'un özlemi bitmiyor; Ithakalılar'ın efsaneleri tükenmiyor; kavuşmak mümkün olmuyor...


Freeze!


Değişim kaçınılmaz ve varoluşumuza içkin bir şey. Okullar, şehirler, arkadaşlar, kitaplar, müzik, hepsi bizi bir yerden alıp bir yere götürüyor. Bir ilişki içinde de insan elbette kaçınılmaz olarak değişiyor. Belki devrim niteliğinde değil bunlar ama ilişkinin başından sonuna şöyle bir baktığımızda artık bazı açılardan farklı insanlar olduğumuzu görüyoruz.
Aynı hayatı paylaşmak, bu değişimlerin idrakını ve kabulünü kolaylaştırıyor muhakkak, hatta çoğunlukla da fark edilmez oluyorlar. Ama ayrıyken durum bambaşka. Bir yandan hayat bizi farklı yerlere götürecek, diğer yandan bu süreçleri yakından izleme fırsatımız olmayacak. Neticede belki hiç ummadığımız kadar ayrı yerlerde bulacağız kendimizi.
İlla olacak diye bir şey yok ama beklenmedik bir şeyle karşılaşınca geçmişi yeniden yazmamak lazım. Kafamızdaki resmi bozmamak, çarpıtmamak gerek. Belki de en güzel yerinden bir kesiti dondurup, çerçeveleyip ilişkiyi ve eski sevgiliyi öyle hatırlamalı.
İnsan zihninin tahmini zor marazlarından kurtulmak için bir noktada eller yukarı demeli...

Pazar, Nisan 12

Kanıtları karartmayalım...


Eski ilişkiye, eski sevgiliye, eski aşka dair birikenleri anlatan çok şey yazdım. (Belki de artık iç tutarlılıkları yoktur bile.) Bu tortulara dair genellikle başvurulan seçenek kilitli bir çekmecede süresiz bekletmektir (Tarkan "Yak bütün fotoğrafları" diyor, o ayrı :). Ama dün Milk'i izlerken düşündüm ki belki de birtakım şeyleri göz önünden kaldırmak, kuytulara saklamak, üstünü örtmek, aslında tozları halının altına süpürmekten başka bir şey değil.
ABD'de eşcinsel hakları için mücadele veren Harvey Milk, aldığı tehdit mektuplarını, arkadaşlarını endişelendirse de buzdolabının üstüne yapıştırıyor. Mantığı da şu: Belki bu korkutucu bir şey, ama korkuyla yüzleşmek ve her an orada olduğunu bilmek, yokmuş gibi yapmaktan yeğdir. Çünkü gözünün önünde olmadıkça bu tehdit büyür, büyür, büyür, kendi varoluşunu kazanır, baş edilemez olur...
Galiba tortular için de bu doğru. Hiç beraber olmamışız, hiç ortak tarihimiz yokmuş, birlikte sevip acı çekmemişiz gibi her şeyi temizlemek pek mantıklı değil. Acıyı da kayıbı da idrak etmek lazım. Cinayet mahallindeki tüm parmak izlerini yok etmenin alemi yok!