Cuma, Temmuz 3

"Ayrılanlara birebir!" 1: Kocaman gülüşlü bi arkadaş

Ayrılık insanın direncini kırmak, güvenini zedelemek için bi sürü yerden saldırıyor. Değişken taktikleri, ilk bakışta masum görünen askerleri var. Bunlarla başa çıkmanız gerektiğini, pozitif enerjiyi yüksek tutmak lazım geldiğini biliyorsunuz ama her zaman da kişinin öz dayanma gücü -- hazırlıkta stamina kelimesini öğrenince ne beğenmiştim onu hatırladım şimdi -- yetmiyor mücadeleyi kaldırmaya.
Bu noktada insanı şöyle sıcacık bi günaydınla karşılayan, bol ve şen kahkahalı, canım arkadaşım üzülme, süperiz biz, geçicek bu günler diyen, her gördüğünde sımsıkı sarılan, gözlerindeki parıltı hiç sönmeyen sönmeyen sönmeyen, her daim ışıl ışıl bi arkadaş lazım insana.
Ben çok şanslıydım, çünkü hayatımda K. vardı (hâlâ da var, allaam hep olsun :) Bu elbette kişisel bi ayrıcalık ve onu kimselere vermeye de niyetim yok. Ama diyeceğim o ki etrafınızda böyle biri mutlaka olmalı, yoksa işiniz çok zor, çoook...

Perşembe, Temmuz 2

But parsley comes with everything...

Sex and the City'nin bir bölümünde Carrie maydanoz sevmediği için restoranda sipariş verirken garsona alerjim var gibi birtakım yalanlar uyduruyor, bu yüzden de sevgilisiyle kavga ediyordu. Adam, ne diye bu kadar uzatıyorsun, maydanozsuz bir şey iste olsun bitsin deyince, Carrie de başlıktaki özlü sözü ediyordu...
Konu insanlar, arkadaşlıklar, ilişkiler olunca tercihlerimiz olsa da önceden sipariş şansımız yok elbette. Bu yüzden de hayatımızdaki herkesin irili ufaklı tatsız tarafları olabilir. Üstelik bir insanı tanımak epey bi mesele olduğundan bu kokular, baharatlar kendini ancak zamanla gösterecektir. Bu yüzden mesela U.m gibi yıllar sonra "ben yanlış arkadaşlara yatırım yapmışım" diye hayıflanmak vâki olabilir. Peki, kardeşin pizzadaki domatesleri ayıklaması gibi, insanları elekten geçirmek mümkün mü acaba? Ama ya böyle yapınca sevdiğimiz rayihaları da kaybedersek?
Bu açıdan sevgili olmak, önüne gelen tabakta, annemin ısrarla yinelediği gibi, bi lokma bırakmamak demek; ayrılmak da siparişi aynen geri göndermek. Ama hayat bu kadar net değil ki, hep bi şeyleri atmak, başka şeyler eklemek ister insan. Post-Fordist, post-Mc Donald's çağında müşkülpesentlik norm, customized product bekleyen çok, kimsede pek iştah yok...



Salı, Haziran 30

Table for one?

Büyük şehirlerde tek başına varolmak mümkün elbette ama bir sürü durumda yalnız olmak mesele. İlk yalnız tatilimde, Prag'da, akşam yemeğe çıkamazken bunu hissetmiştim. İnsan yalnız başına şehirde gezebilir, kahve içebilir, bir barda oturabilir, ama şöyle şaraplı filan güzel bi akşam yemeği planı yapmak için en az iki kişi olmak lazım diye düşünmüş, önünden geçtiğim afili lokantalara girememiştim.
Kardeşe danışmama rağmen tam olarak hatırlayamadığım bi filmdeki kahraman da böyle güzel bi restoranda yemek için önce tek kişilik bir masa ayırtmakta zorlanıyor, uzun ısrarlar sonucu masasına kavuşunca da menüdeki her şeyin iki kişilik porsiyonlardan oluşmasına bozuluyor, yalnızlığına lanet okuyordu.
Arkadaşlar sağolsun, insanın yaşadığı şehirde yemeğe çıkması zor değil. Benim en çok kafamı bozan şeylerden biri el kol dolu marketten dönünce basitçe zili çalamamak. Yani karman çorman çantada anahtarı bulamamak, hadi buldunuz diyelim bu sefer de kapıyı kendinize doğru çekmek için kırk dereden su getirmek. Allaam bi kapıyı açmak için bile iki kişi mi olmak lazım şu hayatta? :)

Pazartesi, Haziran 29

Kabullenişlerin normlaşması

İlk kedimiz K. (ya da G.) acayip sırnaşık, kucaktan inmeyen, sokulduğu yerde uyuyakalan dünya tatlısı bir mahluktu. Sehpaların üzerinde kırmadık ıvır zıvır bırakmaz, koltuk tepelerinde koşturur, bilgisayar başındayken klavyeye atlamadan rahat durmazdı. Çok hareketli olmasına rağmen geceleri gıkını çıkarmaz, kendi halinde takılırdı. Ufaklığın benim ilk kedim olmasının da biraz etkisi vardır muhakkak ama bütün bu yaptıklarını standart kedi davranışı diye bellemiştim bi kere.
Zavallıcığı trajik bir kaza sonucu kaybettikten bir müddet sonra kedisiz kalmak istemediğimizden E.'yi eve alınca birden dünyanın kaç bucak olduğunu gördük. Bu haylaz bir hafta durmadan ağladı, hep saklandı, kapalı kapılara posta koydu. Eski alışkanlıkla uzun zaman ikisini karşılaştırıp durduk, hatta neredeyse E.'yi geri vermeyi düşündük. Ama el mahkum, zamanla ona da alıştık, kabullendik.
Sevgililer de biraz böyle galiba, insan ayrılmış olsa da eskiye yönelik projeksiyon yapmaktan, norm belirlemekten kendini alamıyor. Zamanında alıştığı bir sürü şeyi benimsemek için zaman harcaması gerektiğini unutup, kaideyle istisnayı birbirine karıştırıyor. Ama insan varoluşu da böyle bir şey, sonsuz devinim, sonsuz adaptasyon...