Cumartesi, Mayıs 30

Dünyanın en güzel aşk/ayrılık mektubu


[Bu nefis pasajla Z.K. sayesinde tanıştım. Hayran kaldım. Hemen ertesi gün K.'ye okuyunca o da derhal şahane bu tespitinde bulundu. O zaman buyrun...]

"Bu aklımızı başımıza getirecek sevgilim. Kır eğlentimiz sona erdi; karanlık yolda engebeler var, arabadaki çocukların en ufağı ise hastalanmak üzere. En sıradan bir serserinin bile söyleyebileceği şeyi söyleyeceğim sana; cesur olmalısın. Hoş, sana destek ya da avuntu olsun diye ağzımdan çıkacak her şey biraz 'muhallebimsi' olacak ya, sen anlarsın ne demek istediğimi. Sen ne demek istediğimi hep anladın. Seninle yaşam güzeldi; hem güzel derken kumrular, zambaklar geliyor aklıma, kadifeler; o ortadaki yumuşacık pembe 'd', sonra dilinin o uzun, duraksamalı 'e'ye doğru kıvrılarak çıkıvermesi. Birlikte sürdürdüğümüz yaşamda ses uyumu vardı; artık paylaşamayacağımıza göre ölüp gidecek olan bütün o küçük şeyleri düşündükçe sanki biz de ölüp gitmişiz gibi geliyor. Kimbilir, belki de öyledir. Bilir misin, mutluluğumuz büyüdükçe köşeleri daha bir belirsizleşti, çerçevesi eridi sanki, derken bütün bütüne kaybolup gitti. Seni sevmekten vazgeçmiş değilim; ama içimde bir şeyler öldü, sisin içinde seni göremiyorum artık... Bütün bunlar şiir... Sana yalan söylüyorum. Ödü patlamış bir korkağım ben. Lafı ağzında geveleyen şairden daha büyük korkak olamaz. Neler olup bittiğini anlamışsındır, herhalde; şu allahın cezası 'öteki kadın' klişesi var ya. Onunla o kadar mutsuzum ki - inan bana doğru bu. Sanırım işin bu yönü konusunda söylenecek başka bir şey kalmadı.
"'Aşkta' temelden yanlış bir şeyler olduğu düşüncesinden bir türlü kurtulamıyorum. Dostlar kavga eder, birbirlerinden uzaklaşırlar, yakın akrabalar da öyle, ama 'aşka' yapışıp kalan bu yürek sızısı, bu duygu yükü, bu ölümcüllük yok mu... 'Dostlukta' bu lanetlenmiş surat yoktur hiç. Neden, nedir bu aşktaki şey? Seni sevmekten vazgeçmedim ama o hayal meyal, sevgili yüzünü öpmek artık elimden gelmediği için ayrılmamız gerek, ayrılmak zorundayız. Niye böyledir bu? Bu ısrarlı kendine özgülük nedendir? Kişinin binlerce dostu olabilir ama aşk yoldaşı sadece bir tanedir. Benim söylemek istediğimin haremlerle filan ilgisi yok; dans etmekten söz ediyorum, beden eğitiminden değil. Sanır mısın ki koca bir Türk dört yüz karısından her birini benim seni sevdiğim kadar sevsin? Bilir misin, ağzımdan 'iki' sözü çıktı mı sevmeye başlamışımdır artık, ardı kesilmez bunun. Bir tek gerçek sayı vardır; bir. Ve galiba bu benzersizliğin en güzel imgesi de aşktır.
"Elveda, bahtsız sevgilim. Seni hiçbir zaman unutmayacak, senin yerini hiç kimseye vermeyeceğim. Senin tertemiz aşkım olduğuna, bu öteki tutkumun da bir ten komedisinden başka bir şey olmadığına yeminler edip seni kandırmaya çalışmak anlamsız olur. Her şey 'tendir', her şey tertemizdir. Ne var ki bir tek şu gerçek; seninle mutlu oldum, şimdi ötekiyle sürünüyorum. Yaşam böyle sürüp gidecek. Bürodaki çocuklarla şakalaşıp midem ekşiyinceye kadar öğle yemeklerinin tadını çıkaracak, romanlar okuyacak, şiir yazacağım, bir gözüm hep tahvil fiyatlarında olacak - genel olarak her zaman davrandığım gibi davranmayı sürdüreceğim. Ama sensiz mutlu olacağım anlamına gelmiyor bu... En ufak şeyler bile bana seni hatırlatacak - yastıkları kabartıp kül karıştıracağı ile konuştuğun odalarda mobilyalara bakınca takındığın hoşnutsuz yüz, birlikte bulup çıkardığımız ufak tefek ayrıntılar - sen olmadan bunlar bana diğer yarısı sende olan bir deniz kabuğu ya da bir metaliğin yarısı gibi gelecek. Elveda. Git burdan, uzaklaş. Yazma bana. Charlie ile ya da piposunu dişlerinin arasına sıkıştırmış herhangi efendiden bir adamla evlen. Şimdi unut beni, ama sonra işin acı yönü unutulduğunda yeniden hatırla. Bu kabarıklık bir gözyaşı lekesi değil. Dolmakalemim bozuldu, bu leş gibi otel odasında bir tükenmezle yazıyorum. Sıcaklık korkunç. O eşek Mortimer'ın deyimiyle 'olumlu bir sonuca' vardırmam gereken işi de kıvıramadım. Sende bir iki tane kitabım kalmış galiba - neyse önemi yok. Lütfen, bana yazma. L."(s. 118-120.)

Cuma, Mayıs 29

Vertigo

Üniversiteden geç saatte çıktığımda boğaza inerken birbirini izleyen dik yokuşlar hem nemli hem de kocaman çınar yapraklarıyla kaplı olduğu için yürümek zor gelirdi. Bir yandan insanı önüne katmak isteyen eğime yenik düşmemek için durmadan fren yapmak, bir yandan da ıslak yapraklara basıp kaymamak için yere sağlam basmak gerekirdi. Böyle akşamlardan birinde, bu ayakta kalmaya çalışma çabasından inanılmaz sıkıldığımı, düşmekten korkacağıma bir an önce düşsem de kurtulsam diye düşündüğümü hatırlıyorum. İşin ilginci bir noktadan sonra korku diye bir şey kalmamış, tam tersine düşme arzusuyla mücadele etmek gerekmişti.
Hayat çoğumuzun kapıp koyvermesine müsaade etmiyor herhalde ama her an biraz da olsa bu yerçekimine yenik düşme isteğini duymuyor muyuz? Özellikle de enikonu zayıf, korunmasız hissettiğimizde kendimizi boşluğa bırakma arzusuyla sarhoş olmaz mıyız? En iyisi bir bilene sormak: "Le vertige, c’est autre chose que la peur de tomber. C’est la voix du vide au-dessous de nous qui nous attire et nous envoûte, le désir de chute dont nous nous défendons ensuite avec effroi." (L’insoutenable légèreté de l’être, p. 79.)
Bu son derece varoluşsal durumdan kaçabilmek için her merdiven kenarına trabzan, her balkona parmaklık, her falezin önüne set koyuyoruz. İlişki de hayat ve uçurum arasındaki bu paravanlardan biri bazen, uçsuz bucaksız abyss'i ortadan kaldırmıyorsa da gözden ırak tutuyor...

Perşembe, Mayıs 28

Mutluluk

İki sene kadar önce çok üzüldüğüm, haftalarca durup durup umutsuzluğa kapıldığım bir dönem olmuştu. Her şey kapkaranlık gibiydi, sonsuz bir sıkıntı, bulantı hâkimdi. Sonra bir gün, belki bir ay sonra, kendimi çok sevdiğim bir yerde, şehrin belki de en güzel kahvesini söylemiş, keyifle sigarayı içime çeker ve defterime mutluluğuma dair şeyler yazarken buldum. Kendime gelmem çok sürmedi. Birden derin bir suçluluk duygusuyla sanki önceki hüznüme ve hayatı kaldıramaz ruh halime ihanet ettiğimi düşünüp ayakta kalmaya programlı insan varoluşundan tiksindim. Başka türlüsünün elimden gelmediğini çaresiz kabullenerek.
Şu sıralar da ayrılık sonrası sıkıntılar arasıra görünmez olabildiğinde, kendimi mutlu addettiğimde çift taraflı bir bıçak içimi acıtıyor. Hem bu kadar kolay olmamalı, gözyaşlarını bitti mi sandın diye aynada karşılaştığım gülen surata kızıyorum, otur yasını tutmaya devam et diye. Hem de bir korku duyuyorum, acaba mutlu olmak benim için o kadar büyük bir ihtiyaç da o yüzden kendime muhayyel saadetler mi kuruyorum? Neden depresyon katı gerçek gibi geliyor da mutluluk en çok uçucu, kısa ömürlü kelebekleri hatırlatıyor?





Not the Same Dreams Anymore


[Tesadüfen radyoda karşılaştığım bu şarkı inanılmaz bir birlikte yaşamak aşkı öldürüyor özeti. Dili biraz gaddarca ama dokunduğu noktalar da insanı düşündürmüyor değil. Zaten neredeyse hiçbir zaman karısıyla aynı evde yaşamayan Çehov da gözden ırak olmayı yüceltmemiş miydi? : "...she must live in Moscow while I live in the country, and I will come and see her… a wife who, like the moon, won't appear in my sky every day."]
Our honeymoon is over/ And the best days of our love/ Are dead and gone/ Instead of growing closer/ This time goes on and on/ We're getting miles apart/Though you're beside me as before/And when we kiss goodnight I find...

...That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore/ That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore

We're using the same bathroom/ Where your personal things/ Are lying close to mine/ And I know that our clothes/ Are drying on the same line/ When friends come to call/ They read our names on the door/ If they could read our minds, they'd find...

...That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore/ That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dream(s)/ Anymore

(We're) talking about problems/ But we keep our feelings deep inside/ We never say a tender word/ We couldn't even if we tried/ It's hard to realize you're the girl/ I've been waiting for'/ Cause when we kiss goodnight I find...
...That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore/ That since we're sharing the same bed/ We're not sharing the same dreams/ Anymore

Çarşamba, Mayıs 27

Mode d'emploi

Aylardır uğultulu ayrılık ormanlarından çıkmaya çabaladığım, durmadan kaybolup, durmadan yol aradığım için olsa gerek ayrılma sürecini basitleştireceğini vaat eden çeşit çeşit teknik/teknolojik metafor kulağıma acayip güzel geliyor. O yüzden bıkmadan usanmadan bunlara tosluyorum.
İki üç gündür de bunu düşündüm: Keşke her insanın, her ilişkinin, her ayrılığın bir kullanım kılavuzu olsaydı! Kendimize uygun dilde olan versiyonu açar, okur, hatta kullanıcılara yardımcı olmak için konulmuş resimlere de dikkatlice bakarak ne yapmamız lazım geldiğini şıp diye buluverirdik. Bir sonraki adım hiç zor olmazdı!
Belki de sırf elimizde böyle değerli bir kaynak olmadığı için hem kendimizi hem başkalarını sürekli olarak üzüyoruz, ilişkilerimizi mahvediyoruz. Acaba ilk iş kendi kullanım kılavuzumu mu yazsam? :)

Salı, Mayıs 26

SeparationDesperation

[Tesadüfen bir şiir buldum internette, gerçi yazarı haiku demiş. İçinde bitişik şekilde "separationdesperation" geçiyor. Dedim yakışır bu blog'a :) ]

heart strings

Our eyes meet, my beat unsteady,

But my heart is ready.

This separationdesperation

Yanks on my strings,

P U L L S A N D P U L L S

Until we are one again,

Fill this space within

(with sin)

Butterflies rise, meeting your eyes

The deepest blue, so true.

Your hand in mine,

Our love in time

(http://www.underclassauthors.com/poetry.htm)

İyi mi oldu, çok mu yakışıyorduk?

K. anlattı. Uzun zamandır görmediği, kendisinden yaşça biraz büyük biri sevgilisinin nasıl olduğunu sormuş. O da biz ayrıldık deyince karşısındaki üzüntülü, hafif bir iç geçirmiş:Yazık olmuş, ne kadar da yakışıyordunuz! Aynı sözle karşılaşan bir sürü insan gibi K. de ister istemez eh napalım, hayat filan deyince karşısındaki bu sefer de, neyse canım iyi olmuş, genç insanlarsınız, önünüzde uzun yıllar var diye onu cesaretlendirmiş.
Böylesi ani bi tutum değişikliği karşısında insan garip bir şaşkınlık, belki samimiyetsizlik hissediyor: ikisi de doğru mu bunların, hangisini kast ediyor? Herhalde mesele aklından ilk geçeni saklayamamakla ne olursa olsun biraz destek olma çabasından kaynaklanıyor.
Aslında herkes haklı, biz bile bi an öyle bi an böyle düşünüp aylarca savrulmuşken, savruluyorken elalem ne yapsın?

Add/remove

Bir ilişki bir yandan her zaman bir serüvendir. Birbirlerine uyup uymayacakları hemen belli olmayan iki bünye, çeşit çeşit cephelerde savaşır, türlü badireler atlatır, zorluklara göğüs gerer, yaşarken meşakkatli ama sonradan anlatması pek keyifli maceraların kahramanı olur. Muhtemelen bir noktadan sonra bütün olası compatibility sorunları silikleşir, rutin rayına oturur.
Peki bunca adaptasyondan sonra ayrılınca?
Keşke ayrılmak için de "add/remove programs" komutu olsa: Önce şu şu dosyayı sisteminizden güvenli olarak kaldırın, sonra bilmem ne eklentisini de silin, bilgisayarı yeniden başlatın, ve tamam, bitti, ayrıldınız!
Ama düşünüyorum da uninstall yapılan programlar bile bilgisayarın sağına soluna bir iz bırakmış oluyor ve onları asla tamamen silmek mümkün olmuyor. Çok göze çarpmasa da derinlerde bir yerde kalakalıyor...

Pazartesi, Mayıs 25

Ayrılık kaçınılmaz mıydı?

Ayrılma ihtimâli ufukta ilk göründüğünde, L.K. inanılmaz şaşırmıştı ve siz şunları şunları konuşmasaydınız ve onların tetiklediği tahmin edemeyeceğiniz mecralara savrulmasaydınız dünyada ayrılmazdınız demişti. Z. de tam tersine, muhtemelen havada bir ayrılık bulutunun çoktan dolaşmakta olduğunu, kolay kolay cisimlendiremesek de varlığının bir yerlerden kendini hissettirdiğini, dolayısıyla farklı yollar izlense de bir şekilde aynı istikamete er ya da geç varacağımızın belli olduğunu söylemişti.
Aslında insan hayatında kaçınılmaz şeylerden bahsetmek ne kadar zor. Ayrılık hiçbir zaman imkânsız değildir, ya da en bitti sanılan, en olmayacak görünen ilişkiler aniden yön değiştirebilir. Burada esas mesele eylemlerimizin doğurduğu sonuçlarla bizi harekete geçiren niyetlerimiz arasında çoğunukla ufak ya da büyük bir uçurum olması. Yani hem edimlerimizin sonuçlarının ne olacağını bilemiyoruz, hem de yaptıklarımız bizi sık sık yanlış adrese götürüyor. O zaman, belki de bize kaçınılmaz görünen şeyler pekâlâ tesadüfi olabilir; tesadüf sandıklarımızı da bizim adımlarımız hazırlamıştır. Olamaz mı?

Sahne aynı roller başka...

İnsan ilişkilerinin her boyutu kişiye kaçınılmaz olarak belli bir rol yüklüyor, ya da insan çeşitli türlü ilişkiler içinde kendini belli bir yerden tanımlıyor, ona göre davranışlarını kontrol ediyor. Sevgililik söz konusu olduğunda, belki bir arada zaman geçirme katsayısı arttığı için bu roller muhtemelen daha da kemikleşiyor. İki kişinin birbirine nasıl davrandığı ve yine bu iki kişinin çeşitli ortamlarda bulunma, varolma biçimleri ezbere bilinen replikler gibi kendiliğinden akıp gidiyor.
Aradaki ilişkinin boyutu kökten değişince yaşanan acayipliklerden biri de kendini çok benzer ortamlarda, çok tanıdık insanların ortasında bulmak. Artık o çok çok iyi özümsediğimiz karakterlerin bildik sahnelerini sergileyemediğimizden, sanki cep ağızları dikildiği için ellerini nereye koyacağını bilemeyen gergin insanlar gibiyiz. Prova yapmış olmayı bırakın, elimizde yeni oyunun bütünlüklü bir metni bile yok! Doğaçlama yeteneğimizin sınırlarını yoklama zamanı galiba...