Cuma, Nisan 10

Ayrılık Metaforları: "Kütüphaneleri ayırıyoruz!"

Dün K. anlattı, Z.K.'nin bir arkadaşının kafasındaki evlenme teklifi planı, kütüphanelerimizi birleştirsek mi canım minvalindeymiş. Kulağa cidden kötü geliyor (lame!). Dün kiminle konuştuysam herkes pek zırva buldu. Ama sürecin tam tersi için bu metafor hiç de fena değil.
Yıllarca kitapları yığdık yığdık, onlar yüzünden IKEA dostu olmak zorunda kaldık, koca bir kütüphaneyi doldurup taşırdık, küçük odaya bir tane daha aldık derken, hem de tam ortalıkta dağınık kitap kalmamışken... Puf kütüphaneleri ayırıyoruz!
Yıllar içinde bir sürü şey biriktirmişizdir elbette ama hiçbiri kitap gibi değil. Birçoğu anlamını yitiriyor, birçoğunu paylaşmak gibi bir ihtimal olmuyor. Bunu ben aldım, bu senin bu benim kavgasına düşülmezse, kitapları bir sana bir bana diye üleşmek mümkün herhalde. Böylelikle ortak hayatımızı ayırıyoruz.
Farklı kitaplar, ayrı kütüphaneler, yeni hayatlar...

Dikkat kırılabilir!


Birkaç haftadır fark ettim ki üzerimde ciddi bir sakarlık var. Yolda tökezliyorum, bardak çanak kırıyorum, sanki uzayda ne kadar yer kapladığımı unutmuşum gibi sağa sola olur olmaz tosluyorum, insanlardan, masalardan, duvarlardan darbe yiyorum.
Tenim eskisine göre daha hassas ya da daha inceymiş gibi vücudumun sağında solunda irili ufaklı morluklar, kesikler, yanıklar. Özellikle ellerim. Şuursuzca kullanılmaktan enikonu hırpalanmışlar, gören acıyor (ve hatta şüpheleniyor)...
Herhalde genel bir kontrolsüzlük ikliminin dışavurumlarından biri. Zaten bir çok açıdan kırgınlık hali atmosfere o kadar hâkim ki insan bedenine sahip çıkmayı ihmal ediyor, gereğinden fazla akışına bırakıyor.
Düşünüyorum da çok geç olmadan, ufak tefek hasarlarla da olsa her zamankinden biraz daha kırılabilir olduğumu fark ettiğim iyi oldu. Uyarı işaretini koyduktan sonra önlemini de alır insan!

Perşembe, Nisan 9

Kara Kitap

Bilen bilir, okuyan okumuştur, Kara Kitap'ın bendeki yeri bambaşkadır. Aslında kitabı herhangi bir ruh haliyle ya da durumla özdeşleştirmek istemem. Bence zaten bütün güzelliği uçuculuğundadır, ele gelmeyişinde...
Yine de bugünlerde ayrılık romanı nedir, hangisidir diye düşünürken aklıma Kara Kitap geldi. Yalan değil, kitap büyük ölçüde Galip ve Rüya'nın ayrılışını anlatır, daha doğrusu Rüya'nın Galip'i terk edişini.
Galip'in aşk acısını, unutamayışını, sonsuz arayışını gördükçe biz de kederleniriz yitip giden aşklara.
Hele o iki sayfalık, noktasız, duraksız sonsuz uzayan (hiç bitmese) "severdim seni" pasajı ne güzeldir.

"... severdim seni her zaman yürüdüğümüz sokaklarda, bir an, sanki güneş o sabah batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim; birden çıkan lodosla karların eridiği ve İstanbul’un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin Uludağ’ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim ; çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına kederle baktığında severdim seni..."

Toprak Kayması, Yer Sarsıntısı, Zelzele...


İnsan bir şeyleri yaşarken kendisini ve hislerini çok sağlıklı tahlil edemiyor (bu biraz da iyi bir şey aslında). Bir şekilde önhazırlıksız, provasız içinden geçiyor gidiyor hayatın. Sonra dönüp bakınca (belki bir hafta belki yıllar sonra) her şey başka türlü görünebiliyor.
Biz mesela ilk ayrılık lafı konuşulduğunda çok sakin ve cool takıldık. Ha, öyle tabii, çok haklısın, peki ayrılalım. Ortada bir şok olduğu çok belliydi ama insanın algılaması ve teslim etmesi zaman alıyor: silahlar patlıyor belki ama uçlarına susturucu takılmış ya da kulaklarımızda tıkaç var...
Sonra sonra yapılanları, hissedilenleri düşününce bu sükunet o kadar yalan geliyor ki. Aslında resmen ayaklarımızın altındaki toprak kaymış, deprem olmuş, kıç üstü oturmuşuz. Bildiğimiz dünyanın sonu! Yaşadığımız tam da bu.
Yine de enkazdan sağlam çıktık işte! Üstelik dışarısı hem sıcacık hem aydınlık...

Yalnızlık Senaryoları: Kahvaltı


Sağlığına, balına, peynirine pek düşkün R. gibi insanlar istisna, herhalde sabah kalkıp işe gitmesi gereken kimse haftaiçi erkencikten kalkıp, çay demleyip, öööyle mükellef kahvaltılar etmiyordur. Hayatımız sadece Cumartesi Pazar kahvaltı ederek geçiyor işte. Bir sürü gazete, domates salatalık, peynirler, yumurta, belki greyfurt suyu, hatta bal-kaymak... (evet acıktınız biliyorum, ben de :)
Bu seremoni tabii iki kişi olunca pek zevklidir. Günaydın öpücüğü, ayrı gazeteleri okurken arada karşılıklı bir şeyler anlatma ("uf şu Sezyum öldürüyo"), birbirine çay doldurmalar, masadan kalkıp otururken ufak dokunuşlar...
Yalnız olunca sofra kurmak angarya, bir kişilik yumurta pişirmek anlamsız, kaymak zaten dayanmaz, bir demlik çay ziyan olur, zırt pırt çay doldurmak yorar, gazetelerin çoğuna dokunulmaz...
Hazır bahar da gelmişken brunch davetlerine açık olduğumu buradan eşe dosta duyururum, evde kahvaltının harbi artık tadı yok !

Çarşamba, Nisan 8

Ayrılanlar İçin


[Çok klasik belki ama insanın kulaklarında Timur Selçuk'un sesi çınlarken de etkilenmemek mümkün değil...]

Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız

Her kederin tesellisi bulunur, üzülme
İnsan ne kadar sevse unutabilir
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer
Sen de unutursun bir gün gelir

Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi

Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır

Ümit Yaşar Oğuzcan

İlk Yardım!


Geçen birkaç aydır çok fazla evde oturmadığımı, oturamadığımı yazmıştım. Sabah erken çıkıp geç dönüyorum, her gün biriyle sözleşiyorum, haftasonlarını genellikle kadrosu sabit bir dizi arkadaşla geçiriyorum.
Daha önceki büyük ayrılık hikâyemi düşünüp şaşırıyordum bir zamandır. Çünkü o dönemden aklımda kalanlar arasında yataktan kalkamamak, asık suratlı yürüyüşler, olur olmaz ağlama krizleri var. Bu sefer böyle değilim, neden?
Haftasonu büyük ölçüde yalnız kalınca ve çok minör de olsa bir kriz hissedince anladım ki ben kendimi ciddi bir ilk yardım, belki de yoğun bakım timinin hünerli ellerine bırakmışım. Dostlar hep arıyor, soruyor, geliyor, toparlıyor. O kadar önemliler ki ve o kadar yardımcı oluyolar ki!
Kızıyorum kendime, herkesin başının etini yiyosun diye. O yüzden bu mecradan cümleten özürlerimi kabul etsinler, hayırlısıyla taburcu olursam bir kutu çikolata alıp hepsini ziyarete gidicem :)

Pandora'nın Kutusu


Daha önce de bahsi oldu, diyalogdan bahsederken. Her şeyden konuşmalı mı, her üstü kapalı konuyu açmalı mı, her taşın altına bakmalı mı ciddi tereddütlerim var.
Bizi ayrılığa götüren süreçte de hep bu çelişkilerle uğraştık. Bir yandan mutlak iyiliğine inandığımız dürüstlük var, diğer yanda karşılıklı konuşmaya tamamen yabancı olduğumuz konular. Bazı şeyleri söylemek nasıldır, duymak nasıldır hiç bilmediğimiz için herhalde fazla acemice Pandora'nın kutusunu fazla araladık. İki sevgilinin normal şartlarda konuşmayacağı, konuştuktan sonra da sevgili olma durumuna halel getirecek meselelere girdik korkarım.
Konu konuyu açtı, konuşulanlar farklı davranışlar doğurdu, başlangıç noktasından apayrı bir yere vardı her şey...
Efsaneye göre Pandora en son umut da dışarı kaçmadan kutuyu kapatmayı başarır. Ama içeride ne kaldı ne kalmadı anlamak için yeniden kapağı açmak gerekmez mi? O zaman da belki de gerçekten içeride olan umut da uçup gitmez mi?

Salı, Nisan 7

Yabancı sokaklarda haritasız...


Attığımız adımların bizi tamı tamına nereye götüreceğini hiç bilmiyoruz. El yordamıyla, sağa sola çarparak, tökezleyerek, zorlanarak ilerliyoruz. Hayatın kendisi zaten genellikle böyle ama ayrılık sonrası hayat, insanda fazlaca bir turist acemiliği uyandırıyor.
Bir şehre ilk gidişinizde tourist info'yu bulamamak, tamamen yabancı sokaklarda haritasız bir şekilde savrula savrula yürümek gibi. Etraftaki tabelalar yabancı, yol soracak kimse ilişmiyor gözünüze, her şey sanki sizi kaderinize terk etmek için söz birliği etmiş gibi, sinsi (people're strange/ when you're a stranger/ faces look ugly/ when you're alone).
Aslında yalnızlığın verdiği tedirginlikle, heyecan uyandıran sonsuz yenilik duygusu yanyana. Bilinmeyen sokaklarda fotoğraf makinesiyle dolaşırken her köşe başının, her tabelanın, her kedinin bir çekiciliği olması gibi. Hayallerinizdeki kafeyi bulup, muhteşem bir sıcak çikolata içmek gibi (K.'den mülhem:)
Yani, bardak hem dolu hem boş...

Symptom vs. Illness


Üniversitede çok da matah olmayan derslerden birinde bu konu tartışılmıştı. Bir hastalığın kendisi vardır, bir de semptomları. Semptomları tedavi etmek (ateşi düşürmek) sorunu çözmez, esas mesele ateşi yükselten sebebi ortadan kaldırmaktır. Falan, filan...
Ayrılık acısına katlanamamaktan barışmayı arzulamak da böyle bir şey galiba. Evet, kolay olmuyor, zaten kimse kolay olacağını söylemedi. Başa çıkamadıkça her şeyi silmek ve başa sarmak (erase and rewind) istiyoruz. Sanki karşılıklı otursak, elele tutuşsak, sarılsak birden tüm üzüntümüz gidecek, yeniden mutlu olacakmışız gibi.
Ama bizim "hastalığımız" ayrı olmak değil ki. Salt birlikte olsak da "iyileşemeyiz" ki. Tıp ilerliyor ilerlemesine ama "doğru teşhis ve tedavi" ilişkiler için ne kadar mümkün?

Kimse kolay olacak demedi ki...


[Ayrı olmak zor, çok zor, süper zor geldikçe insan geriye dönmek ister. Mutlu günlere. Barışmak acıyı dindirecek gibi gelir. Bu şarkı o zorlanmayı ve başa sarmayı arzulamayı süper anlatıyor.]

Come up to meet you, tell you I'm sorry/ You don't know how lovely you are/ I had to find you, tell you I need you/ Tell you I set you apart

Tell me your secrets, and ask me your questions/ Oh let's go back to the start/ Running in circles, coming up tails/ Heads on a silence apart

Nobody said it was easy/ Oh it's such a shame for us to part/ Nobody said it was easy/ No one ever said that it would be this hard/ Oh take me back to the start

I was just guessing at numbers and figures/ Pulling your puzzles apart/ Questions of science, science and progress/ Do not speak as loud as my heart

Tell me you love me, come back and haunt me/ Oh and I rush to the start/ Running in circles, chasing our tails/ Coming back as we are

Nobody said it was easy/ Oh its such a shame for us to part/ Nobody said it was easy/ No one ever said it would be so hard/ I'm going back to the start


Pazartesi, Nisan 6

Olmasa Mektubun...


İnsan en unuttum, ilerliyorum, geçicek tesellileriyle toparladığını düşünürken, bir anda her şeyi alt üst eden bir şey de zamanında hissedilen, yaşanan aşka dair geride kalmış kanıtlar. Gözlerin ışıl ışıl parladığı fotoğraflar, sağda solda küçük notlar, uzaklardan yollanmış kartlar...
Hele de mektuplar. İnsan okudukça öyle bir paradise lost hissiyle boğuluyor ki bütün sükuneti, temkinliliği, aklı başındalığı tepesinden aşağı boşalıveriyor. Ne kadar güzel şeyler söylemiş, ne çok sevmiş, ne kadar sıcak, canlı bir şey varmış ortada... Peki nasıl becermişiz cennetten kovulmayı?
Garip bir suçluluk duygusu çöküyor insanın üstüne: büyük bir suç, günah işlemiş; sanki birini, çok sevdiği birini öldürmüş gibi... Yakmak demiyorum ama okumamak lazım eski mektupları.

Pazar, Nisan 5

Emek


İlk evime yeni taşınmıştım. Ufak bütçe filan derken genellikle komik eşyalarla, ıvır zıvırla dolmuştu etraf. Halep Pasajı'ndaki Liman'a gitmiştim bir gün. Oradan sevimli birtakım kartlar, resimler filan almıştım. Kartların biri de Marx'ın sözü, "Sevgi emektir." (Ne zaman, nerede söylemiş emin değilim, biraz şüphe ettim ama neyse...).
Yıllardır da söyler dururum, emek verince seversin, emek vereni seversin filan diye. Şimdi ayrılık durumu olunca baktım herkes bunca emeğe yazık diyor. Bir de ya yeni birine kendini anlatmak için emek vermek çok yorucu diyenler var. Sanki önceki çabalar çöpe gitmiş, yeniden çaba göstermeye takatimiz yok gibi...
Ama bir yandan da hayatın kendisi emek. Emek vermedikçe her şey sıkıcı, her şey anlamsız. İnsanlar sırf bu yüzden depresyona giriyor. Demek ki çalışan demir ışıldar optimizmiyle emekçiliğe devam etmek lazım. Şunun şurasında 1 Mayıs'a ne kaldı?

Tyranny of a fixed milieu...


"The truth is, we don't want things at all," he replied. "The thought of a house and furniture of my own is hateful to me."
This startled her for a moment. Then she replied:
"So it is to me. But one must live somewhere."
"Not somewhere--anywhere," he said. "One should just live anywhere--not have a definite place. As soon as you get a room, and it is complete, you want to run from it. Now my rooms at the Mill are quite complete, I want them at the bottom of the sea. It is a horrible tyranny of a fixed milieu, where each piece of furniture is a commandment-stone."